ELMALILI HAMDİ YAZIR (Kısasla ilgili Bakara 178-179) MEAL VE TEFSİRİ
Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı.
Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir
şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi
gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun
arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azab vardır. (Bakara 178)
İNİŞ SEBEBİ: Hazret-i
Muhammed'in peygamberliğinden önce adam öldürmeye
karşı hıristiyanlar, yalnız affın vacib olduğunu söylüyorlardı. Yahudilerin
hükümlerinde de af yok, yalnız öldürme vardı. Bununla birlikte Buharî ve
Nesaî'nin rivayetlerine göre İsrailoğulları diyeti, öldürmeden önde
tutuyorlardı.
Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı bazan
öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı.
Fakat bu iki hükümden her birinde haksızlık yapıyorlardı. Şöyle ki: Öldürmede:
Biri, diğerinden daha şerefli olan iki kabile arasında bir öldürme olayı
meydana gelince, daha şerefli olanlar; Bizden bir köle karşılığında onlardan
bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek ve bir erkek karşılığında iki erkek
öldüreceğiz derlerdi. Kendi yaralarını hasımlarının yarasının iki katı sayarlar
ve bazan daha da ileri giderlerdi.
Rivayet ediliyor ki; bir kere birisi, ileri
gelenlerden bir insan öldürmüştü. Katilin yakınları, öldürülenin babasının
yanında toplandılar ve "ne istersin?" dediler.
O da: "Üçten
biri!" dedi. "Nedir onlar?"
diye sordular. Cevaben: "Ya oğlumu diriltirsiniz veya evimi semanın
yıldızlarıyla doldurursunuz yahut da bütün kavminizi bana teslim edersiniz,
hepsini öldürürüm. Sonra da oğluma bir karşılık aldığım görüşünde
bulunmam." demişti.
Diyete gelince; onda da zulmedenler, çoğunlukla ileri
gelenlerin diyetini, diğerlerinin birkaç katı yaparlardı. İşte böyle Arap
kabilelerinden Ensar'ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan
davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri
gidip bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir
erkek öldüreceğiz diye yemin etmişlerdi. Müslüman olduktan sonra Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a
gelip muhakeme olmak istediler. Bu sebeple, bu âyet indi.
Kısasın vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak öldürülenin
ehlinden birinin affı ile düşebileceğini, bu affın daha iyi ve daha uygun
olacağını, bununla beraber af sırasında mal üzerine anlaşmanın da caizliğini
tesbit etti. Yahudilerin, affın meşru olmadığına ve diyetin kısastan önde
bulunduğuna dair olan hükümlerini ve kısas yoluyla öldürmenin asla meşru
olmadığını söyleyen hıristiyan hükümlerini ve insanlık eşitliğine riayet
etmeyip, şeref davasıyla haksızlığa ve tecavüze giden Arab âdet ve hükümlerini
ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki eşitliği kurup ilan etti. Gelelim mânâsına:
KISAS: Sözlükte ayniyle karşılık vermek, herhangi bir
hakkı dengiyle takas etmek demektir. "katlâ" kelimesi
"katîl"in çoğuludur. "Katîl" de maktûl, öldürülmüş kimse
demektir. "öldürülenler hakkında" ifadesindeki "fî" harfi,
sebebiyet içindir. Ey iman edenler! zulmedilerek öldürülenler hakkında, yani bunların öldürülmesinden dolayı
karşılık olarak katillerine kısas uygulanması üzerinize yazıldı, yazılmış bir
kanun oldu, farz kılındı.
Bundan dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl gereği
kısastır. "el-katlâ" kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif
bulunduğundan, kasden ve haksız yere öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi,
müslüman ve müslümanların himayesinde bulunan diğer din mensuplarının hepsini
kapsamaktadır. Her birinin katili kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır.
Açıklanacağı üzere, kısası düşürme sebebi olan af veya anlaşma olmadıkça bu
kısasın uygulanması, bütün iman edenlere farzdır.
Özellikle hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir köle bir
köleyi, bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen hür karşılığında o katil
hür, öldürülen köle karşılığında o katil köle, öldürülen dişi karşılığında o
katil dişi, kısaca her öldürülen kimsenin karşılığında kendi katili aynı
şekilde öldürülür. Bu öldürme yeterli bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi
şeref ve kıymet davasıyla katilden başkasının öldürülmesine kalkışılmaz.
Bu kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu
gibi, katilden başkasının öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan başka bir
mefhûm-i muhalifi kastedilmiş olmadığında ittifak vardır.
Biz Hanefilerce zaten mefhûm-i muhalif delil yerinde
geçerli değildir. Ancak siyak gibi açık bir karine bulunursa o başka. O zaman
da mefhûm-i muhalif, kelime-i tevhidde olduğu gibi, mânâ sayısına dahil olur.
Burada da bu türden olmak üzere nüzul sebebi karinesi ile katilden başkasının
öldürülmemesi hakkında mefhûm-i muhalifi geçerli olabilirse de başkası hakkında
söz söylenmemiş olur. Geçmiş usule göre amel edilir. Bundan dolayı âyetin
başındaki genel ifadeyi özelleştirmez. Hürün köleye, erkeğin dişiye karşılık ve
bunun aksi olarak kısas edilebilmelerini yasaklamaz. Bunun için dişinin erkek,
erkeğin dişi karşılığında kısas yoluyla öldürüleceği imamlar arasında üzerinde
ittifak edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve açıklamak üzere Mâide sûresindeki
kısas âyetinde "Cana can " (Mâide,
5/45) buyurulmuş ve bununla kısasta aranan
benzerlik ve eşitliğin nefis ve can benzerliği olduğu gösterilmiştir. Yaşama
hakkı herkes için eşittir. Kısas bu eşitliğe dayanmaktadır.
Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya
katilleri, o öldürülenden daha fazla bir yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu
şekilde âyetin başı genel, "hüre hür, köleye köle, dişiye dişi"
ifadesi de "cana can" benzemesiyle can eşitliğini beyan ile
tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber İmam Malik ve İmam Şafiî hazretleri,
erkek ve dişi arasında fark olduğu görüşünde bulunmadıkları ve öldürülen bir
hür karşılığında katil köleyi kısas yoluyla öldürmeyi yeterli gördükleri halde,
öldürülen bir köle karşılığında bir hürün ve öldürülen bir gayri müslim
karşılığında müslümanın öldürülmesini caiz görmemişlerdir. Fakat bunu, bu
âyetin mefhûm-i muhalifinden de çıkarmamışlardır.
Çünkü "dişiye dişi"nin mefhûm-ı muhalifine
mutlak olarak, "köleye köle"nin mefhûm-i muhalifine bir yönden itibar
etmediklerinde söz yoktur.
…
Kısas, yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır.
Bu masumluk da din ve yurtta sabit olur. Onlar ise bu konularda eşittirler.
Burada şu da anlaşılır ki, vasıf gibi sayıda farklılık da masumlukta eşitliği
bozmaz. Bunun için bir şahsı, birçok kimseler birlikte öldürürlerse, hepsi de
ittifakla kısas yoluyla öldürülürler.
TENBİH:
1- Önce İsrâ sûresindeki: "Her kim haksız yere
öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla
öldürmede aşırı gitmesin." (İsrâ,
17/33) âyeti gereğince buradaki
"öldürülenler"den maksat, kısası gerektiren bir cinayet işlememiş
olduğu halde haksız yere öldürülenlerdir. Bunun için şer'î bakımdan tayin
edilmiş olan sebeplerden birisiyle öldürülmeyi hak etmiş olan kimsenin veya harbînin
öldürülmesine kısas gerekmez.
2- Kısası gerektirecek bir cinayet işlememiş olanlar
hakkında da ilerde gelecek olan âyetler gereğince, hata ile öldürme, kısastan
müstesna olarak, ayrıca hükümlere tabidir.
3- "Had cezalarını şüphe ile yok ediniz."
hadisi şerifinin mânâsı, meşhurdur ve üzerinde icmâ vardır. Kısas da hadlere
dahil olduğundan, şüphe ile ortadan kalkar. Bunda da icma vardır.
Bu bakımdan çocukları karşılığında ana ve baba,
yukarıdaki birinci hadis-i şerifin delalet ettiği üzere, kölesi karşılığında
sahibi kısas yoluyla öldürülmez, ta'zîr cezası verilir.
İşte bu şekilde kısas uygulamak, ümmete ve imama
farzdır. İmamın kendisi de haksız yere birini öldürürse, o da bu hükümden
müstesna değildir. O da aynı şekilde kısas edilir. İslâm yurdunda gerek
müslümanların ve gerekse andlaşma ile duran gayr-i müslimlerin yaşama hakları,
böyle eşit olarak saygın ve canları, eşit olarak suçsuz ve korunmuştur.
Şimdi buna kasten tecavüz eden katile kısas yapılması,
adam öldürmenin asıl gereği olarak yazıldığı anlaşıldıktan sonra; herhangi bir
katil için öldürülenin kardeşi tarafından küçük bir şey bağışlanmış bulunursa,
kısas hemen düşer de, iş artık o katil hakkında öldürülenin velisi tarafından,
akıl ve din açısından örf haline gelmiş olan iyiliğe tabi olmak, katil tarafından
da örfte belirlenen miktarı, öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle
ödemek hususlarından ibaret kalır.
Eğer af, hürde diyet, kölede kıymet gibi az veya çok
mal üzerine bir şart ileri sürülmeksizin mutlak olarak meydana gelmiş ise
varisin, bu iyiliğe kayıtsız şartsız uyması ve affa karşılık diyet ve benzeri
bir şey istemeye kalkmaması gerekir.
Eğer tamamen veya kısmen diyet ve kıymet, yahut diğer
bir mal verilmek şartıyla anlaşma tarzında bir af ise, katilin de bunu kabul
edip, güzellikle ödemesi gerekir.
Nefsin, canın parçalanması mümkün olmadığından,
isterse bir kılının veya binde birinin affı gibi en küçük bir af bile tamamını
affetmektir. Yine aynı şekilde varislerden birinin affı, hepsinin affıdır.
Burada "kardeşinden" ifadesindeki kardeşten
maksat, "Her kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki
vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla öldürülmede aşırı gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince öldürülenin varisi
olan velisidir. Katilin hasmı olan, bu öldürülenin velisi burada katilin kardeşi
olmakla vasıflandırılmıştır ki, bu kardeşlikten maksat, din veya vatan
kardeşliğidir.
Bundan dolayı bu vasıflandırmada, İslâm yurdu içinde
bulunan hür veya köle, erkek veya kadın, müslüman veya müslümanların
himayesinde bulunan gayr-i müslim insanların hepsinin kanlarının, canlarının,
yaşama haklarının kardeş gibi masum ve saygın bilinmesi lazım geleceğine ve
bunların birbirini öldürmesinin, kardeşini öldürmek gibi kötü bir şey olduğuna
işaret edilmektedir. Bununla beraber aynı zamanda öldürülenin velisini insanî,
ahlakî ve ictimaî derin bir mânâ ile affa teşvik ve rağbet ettirmek için ifade
buyurulmuştur.
"Öldürülenin velisi tarafından, bilinen iyiliğe
tabi olmak da," bu kardeşlik mânâsını takdir ederek affedecek olan,
öldürülenin velisine, müsamaha ve affına karşılık isteklerinde sertlik
göstermeyip, nihayet alışılagelen âdet çerçevesi içinde güzellikle diyet taleb
etmesini tavsiye eder.
"Katil tarafından o bilinen diyetin öldürülenin
velisi olan kardeşine güzellikle verilmesi" de affedilen katili, bu affın
ve kardeşlik takdirinin kıymetini bilerek, karşılığında borcunu zorluk
çıkarmaksızın güzelce, ihsan karakteri içinde ödemeye mecbur etmektir.
Af ve diyet hakkındaki bu hüküm, Rabbinizden bir
hafifletme ve rahmettir. Bunun için, Bundan sonra her kim bu hüküm ve emirlere
uymayarak haddini aşar, katil olmayanı öldürür veya affettikten ya da diyeti
aldıktan sonra katili öldürürse, onun için acı veren bir azab vardır. Dünyada
kısas edilir, ahirette cehennem ateşine atılır. Yani "size kısas farz kılındı" nassından
da anlaşıldığı üzere adam öldürmede asıl hak ve gerekli olan aslî hüküm
kısastır. Katilin bilmesi gerekir ki, öldürdüğü insan hür veya köle, erkek veya
kadın kim olursa olsun, o da kendi gibi bir can ve saygın bir hayat hakkına
sahip, ilâhi bir yapı idi.
Hem Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu saygın
ve masum yaşama hakkına saldırmak ve bu yapıyı öldürüp yıkmak; kanun, adalet ve
dengenin gereği olan "bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür."
(Şûrâ, 42/40) hükmünce kendini de yaşama hakkından
mahrum etmektir. Yaşama hakkına saldırı, hakkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise
saldırıdan korunmuş bulunduğu için, bunun ilk eserinin, saldırganın kendinde
ortaya çıkması lazım gelir. Bu bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl
hükmü, kısas yoluyla katilin kendisini öldürmektir. Öldüren, öldürülmeyi hak
etmiştir.
Kararlı bir şekilde düşünüldüğü zaman adam öldürmenin
bundan başka hükmü ve gereği olmaması gerekir. Nitekim önceleri Tevrat'ta da
yalnız kısas meşru kılınmıştı. Fakat hayatın aslı sırf Allah'ın ihsanı olduğu
ve kısasta kul hakkından başka bir de Allah'ın hakkı bulunduğu cihetle Cenab-ı
Allah, Muhammed ümmetine kısası yazarken, bir hafifletme ve
rahmet olmak üzere af ve diyeti de meşru kılmıştır. Bu affı da, hak sahibi olan
öldürülenin varisi ve velisinin eline vermiştir.
Kısasa göre bu meşruluğun katil hakkında ne kadar bir
hafifletme ve rahmet olduğu, şüpheden uzaktır. Çünkü ondan kısası affetmek,
yaşama hakkını iade ederek, yeniden diriltmek demektir. Bu aynı zamanda
öldürülenin velisi hakkında da bir hafifletme ve rahmettir. Çünkü her ne olursa
olsun, bir insan öldürmek, her gönlün ve özellikle iman ehlinin arzu edeceği,
seve seve yapacağı bir şey değildir. Kısasın kendisi, düşünüldüğü zaman kendi
nefsinde ağır bir hükümdür. Bununla beraber mutlak olarak af mecburiyeti de
genellikle bu taraf hakkında kısastan daha ağır bir teklif olur. Kısasın, aslî
bir hak olduğu bilinmedikçe affın mânâsı olmaz.
Bu bakımdan ne Tevrat'ta olduğu gibi yalnız kısasta,
ne de İncil'de olduğu gibi yalnız afta ısrar edilmeyerek, duruma ve menfaatin
gereğine göre, ikisinden birinin tatbikine imkan bırakılması için öldürülenin
velisine bir seçim hakkı verilmiştir. Bundan başka, af karşılığı diyet ve
benzeri gibi örfe göre malî bir karşılık almaya da meşru bir yol gösterilmiş
bulunmaktadır. Bunun, her iki taraf hakkında da bir hafifletme ve aynı zamanda
dünya ve ahiretle ilgili birçok faydaları içine alan ilâhî bir rahmet olduğunda
da şüphe yoktur.
Affın, daha faziletli ve daha uygun olması, kısasın
aslî hüküm olmasına engel değildir. Bu konuda öldürülenin velisine verilen
seçme hakkı bile, aslî hükmün, kısas ile diyet arasında tereddütlü bulunan
muhayyer bir vacib olmasını gerektirmez.
Çünkü önce "Kısas, size farz kılındı."
buyurulmuş, sonra da af, "Her kim için bir af yapılırsa..." diye
"fâ-i takîbiye" ile ifade edilmiş ve diyet üstü kapalı bir şekilde
gösterilmiştir. Üçüncü olarak da bunun, bir hafifletme ve rahmet olduğu da
ilave edilmiştir. O halde aftan önce kısasa karşılık diyetin sabit bir hükmü
yoktur. Mutlak olarak affeden varisin, Şâfiî'nin dediği gibi diyet istemeye hakkı kalmaz. Ancak
affetmeyen diğer varisler var ise, onlar diyet alabilirler. Yine aynı şekilde
diyet veya diğer bir bedel karşılığı affeden varis de bunu alabilir.
Kısaca kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise
bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız
ve bedelsiz veyahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında
yapılır.
Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşru
olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah bırakacak
olan bir ihmal olurdu.
Daha doğrusu kısas, meşru olmasaydı, söylediğimiz gibi
affın hiçbir mânâsı kalmazdı. Buna göre Tevrat'taki kısas borcunun icrası
yürürlükte bulunmasaydı İncil'deki affın hiçbir mânası kalmazdı. Bu affın,
insan öldürmeyi mübah kabul ettirecek bir cinayet şüphesi halini almaması için,
İncil'in hükmünün, Tevrat'ın hükmü ile beraber düşünülmesi şartıyla meşru kabul
edilmesi lazım gelir. Bu da affın, hıristiyanların zannettiği gibi bir vacib
olamayacağını ispat eder.
İşte Kur'ân, bu gerçeği tesbit ederek kısası,
öldürülen kimse için bir hak, kamu için aslî bir görev, affı da öldürülen
kimsenin velisi için bir fazilet, "iyilik ve ödeme" kelimeleri
altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşru kılmıştır.
Şu halde anlaşılıyor ki, af ve diyetin bir hafifletme,
bir rahmet olabilmesi, kısasın aslî bir vacib olarak meşru bir şekilde devamına
bağlıdır. Buna göre "Madem ki af bir rahmet ve fazilettir, o halde kısasın
büsbütün neshi ve kaldırılması ile yalnız affın vacib kılınması, daha fazla bir
rahmet olurdu." gibi bir soru mümkün değildir. Böyle bir düşünce ile
İncil'in hükmünün, Kur'ân'ın hükmünden daha ahlâki olduğu zannedilmemelidir.
Çünkü affın ahlâkî oluşu, kısasın aslî bir hak olarak meşruluğunun devamına
bağlıdır.
ELMALILI HAMDİ YAZIR MEAL VE TEFSİRİ
Ey temiz akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat
vardır. Ümit edilir ki, korunursunuz. (Bakara 179)
Bunun için kısasın güzelliklerini açıklama hususunda
buyuruluyor ki: Size kısas yazıldı ve sizin için kısasta büyük bir hayat
vardır, ey akıl sahipleri!. Bu bakımdan kısası, Allah'ın adaletine ve
merhametine yaraşmayan kötü bir şey zannetmeyiniz de "Kısasta büyük bir
hayat vardır." beliğ vecizesini aslî kanun tanıyınız.
Bunu böyle tanıdıktan sonra af ile muamele ederseniz
çok büyük bir fazilet olur. Aksi halde Araplar'ın yaptığı gibi kısas hududunu
aşarak öldürmekle karşılık vermek ve diğer işkence ve azaba başvurmak, nasıl
bir zulüm ve cinayet ise, adam öldürmeye karşı, Allah'ın hükmü yalnız aftır,
demek de insanlıktan hayat hakkını çekip alacak büyük bir cinayet olur.
Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir.
Kısasın meşru oluşunda akıl sahibi olan insanlar için büyük bir hayat vardır.
Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir
ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın zıddı olan
kısasın meşru oluşu da hayatın ve yaşama hakkının en büyük müeyyidesidir. Şöyle
ki:
1- Önce bu, hem katil olmak isteyecek kimse, hem de
öldürülmesi istenen kimse hakkında kuvvetle hayatı korumaya sevketmektedir.
Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de
öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer.
Böylece hem kendisi hayatta kalır, hem de karşısındaki.
2- Bunda, ikisinden başka genel toplumun yaşama
hakkını da güvenceye alma vardır. Çünkü bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi,
bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgili olması düşünülen
insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir
öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye,
bu da büyük çarpışmalara (kan davalarına) sebep olabilir.
Akıl sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak olan
haklı kısasın meşruluğu, bütün bu fitnelerin ve heyecanların önüne geçeceği
için, toplumun yaşamasına sebep ve yaşama hakkına garanti olur. Bu faydalar
ise, haklı bir kısas şeklinde olmayan saldırgan öldürmelerde ve affın
mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.
İşte kısasın meşruluğu, bu kadar önemli bir yaşama
sebebi olduğu gibi, bu "Kısasta büyük bir hayat vardır." vecizesi de
belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve îcâz kanunudur. Bunun,
büyük bir mânâ topluluğunu, son derece özlü bir şekilde ifade edivermiş
olduğunda Arab edebiyatçıları ve Beyan ilmi âlimleri ittifak etmişlerdir. Çünkü
bundan önce Araplar'ın bu konuda bazı vecizeleri vardı. Bunlardan bazıları
şunlardır:
a) "Bir kısım insanları öldürmek, toplumu
diriltmektir." Yine:
b) "Öldürmeyi çok yapınız ki, öldürme
azalsın." derlerdi. Bu gibi vecizeler arasında en güzel saydıkları da şu
idi:
c) "Öldürme, öldürmeyi yok eder. Yani öldürmeyi en çok ortadan kaldıran
şey, yine öldürmedir."
Halbuki "Kısasta büyük bir hayat vardır."
prensibinin bundan da birçok yönlerden daha fasih (fesâhatli) ve daha beliğ (belağatlı) olduğu açık ve üzerinde ittifak
edilmiş bir husustur. Şöyle ki:
1- Önce, hepsinden daha kısa ve özlüdür.
2- Tekrardan uzaktır.
3- Bunda Bedî' ilminde "tıbak" denen tezat
sanatı, "kısas" ve "hayat" kelimeleriyle en güzel ve makul
bir tarzda tatbik edilmiş olduğu halde, diğerleri görünürde makul olmayan,
imkansız bir çelişki suretindedir.
Öldürmenin yokluğu, öldürmeye; öldürmenin çokluğunun,
öldürmenin azlığına sebep gösterilmesi, görünüş itibariyle, bir şeyi kendi
yokluğuna sebep göstermek demektir. Bunda ise bazı zevklere göre bir şiir
havası olsa bile hiçbir hikmet yoktur.
4- Kısas, öldürmeden bir yönüyle daha genel, diğer
yönüyle daha özeldir. Geneldir; çünkü yaralamaları da içine almaktadır.
Özeldir; çünkü her öldürmede kısas yapılmaz ve öldürmelerin her çeşidi,
öldürmeye engel olmaz. Bilakis saldırı şeklindeki öldürmeler, fitneyi
şiddetlendirerek karışıklığa sebep olur.
O halde "öldürme" kelimesi, ahd lâmı ile
öldürmenin bir çeşidine yani kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz.
Böyle olunca da kısasın yaralar kısmı haric kalır. Bu bakımdan "Kısasta
büyük bir hayat vardır." ifadesi, bu açıdan üç yönden daha beliğdir. Çünkü
her yönüyle sahihtir, açıktır, daha kapsamlıdır.
5- Yokluk, menfi bir gayedir. Hayat ise istenen müsbet
bir gayedir. Öldürme işinin yokluğu, hayatın varlığını içine aldığından, tabii
ki arzu edilir. Bundan dolayı âyet, asıl maksat olan müsbet gayeye delalet
ettiği ve dikkati ona çevirdiği için pek yüksektir.
6- "hayat" kelimesi nekire (belirsiz isim) olarak ifade edilmiş bulunduğu için
"tenvin-i tazim" ile hayatın bir nevi büyüğüne, yani kamu hayatına, ahiret hayatına ve
hayat hakkının büyüklüğüne işareti kapsamaktadır. Diğerleri ise pek ilmî olan
bu hukukî ve dinî sırdan mahrumdur.
İşte bunlar gibi daha birçok yönden bu Kur'ân
vecizesinin, diğerlerine üstünlüğü, bu kadar geniş mânâsıyla i'câz haddindeki
özlü ifadesiyle, Arap edebiyatçılarını büyüleyen sebeplerden biri olmuştur.
Kısasın meşru oluşunun güzellikleri de Allah tarafından bu prensiple beyan
buyurulmuştur.
İşte böyle içine almış olduğu hayatî güzellikler ve
maksatlar itibariyle çok önemli olan kısas, size farz kılınmıştır ki,
korunabilesiniz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp,
hayatınızı ve yaşama hakkınızı muhafaza edebilesiniz. Bu hayatta kötülükten
sakınmakla ahiret hayatında kurtuluşa kavuşasınız.