BAZI ŞEYLER UNUTULMUYORMUŞ

  TRT’de yayınlanan “Ömür Dediğin” programını izliyordum, yaşlı bir amcanın anlattığı bir hatırası cok dikkatimi çekti.

86 yaşında bir amca. Ayaklarında ve dizlerinde problem var küçükken de varmış. Fakat elleri kolları kafası sağlam, zanaatkâr bir kişi.

Küçükken bir ustanın yanına çırak oluyor, zamanı gelince ustasından izin alıyor ve kendi işini kurmak istiyor. Babasının maddi durumu çok iyi değil. Çorap makinesi alacaklar, sipariş veriyorlar. İki koyunları var; onunla ödemeyi planlıyorlar. O zamanki parayla 75 lira lazımmış.

Makine biraz erken geliyor. Henüz koyunlar da satılmamış. Yörenin zengin bir deri tüccarı olan dedesine gidip durumu anlatıyor ve ödünç para istiyor. Dedesi (annesinin babası); “Param yok” diyerek bunu başından savuyor. Hâlbuki dedesi yanında nakit olmasa bile anında birilerinden bulabilecek durumdaymış.

Bu olayı anlatırken en az yetmiş yıl geçtiği halde adam ağlıyor. Çok ağırına gitmiş çünkü… Abisi, ayakkabı tamircisi imiş. Onun da parası olmadığını bildiği halde çaresizce O’na gidip durumu anlatıyor.

Abisi, 10 lirası olduğunu, işini görecekse bunu verebileceğini söylüyor. O esnada ayakkabısını tamir ettiren tanımadığı bir şahıs konuşulanlara kulak misafiri oluyor. Adam ona makine için para verebileceğini söylüyor. Gidip evinden 100 lira getiriyor.

Adam makinayı aldıktan sonra iplik için para lazım olacağını da düşünerek 100 lira getirmiş. Diyor ki: “Bu parayı ne zaman ödeme imkânın olursa o zaman öde.”  

Dünya hayatında bazen böyle şeyler oluyor demek ki: Zengin dedesi tek kuruş vermezken, tanımadığı insan onun ihtiyacını karşılıyor.

Programdaki Amca yine ağlıyor. Ve diyor ki: “Bu şahıs için her namazımdan sonra dua ederim.”

Demem o ki aradan 70 yıl geçmesine rağmen Amca olanları o anki gibi hatırlıyor, hatta yaşıyor. Demek ki yapılanlar unutulmuyor.

 Muhtemelen birçoklarınız gerilere gidip bir şeyler hatırladı bile değil mi?

 Ne mutlu dünyada iyi kimseler olarak yasayıp çevresine de iyilik yapanlara...

Ne mutlu çevresi tarafından iyilikleriyle anılanlara...


SARI HOCA

 SARI HOCA (Mehmet Ruhi TURAN - 1900-1981)

Balıkesir, Kütahya, Bursa  ve civarı başta olmak üzere pek çok yerde hizmet etmiş, gittiği yerlerde halkı irşad etmiş, talebe yetiştirmiş güzel izler bırakmış Dursunbeyli Sarı Hoca merhumun kısa hayat hikayesi:

Babası Selim Derviş Bey, (Oralardaki karışıklıklar nedeniyle çocuklarımı buralarda müslüman olarak yetiştirmem güçleşti) diyerek Bosna'dan Anadoluya  1892 yılında göç etti. Bursa civarlarına iskan edildi. Mesleği saatçilikti.

Kısa zaman sonra hanımı vefat etti. İnegöl'de Bosna kökenli Habibe hanımla  evlendi.

1900 yılında Sarı Hoca (Mehmet Ruhi Turan) İnegöl'de doğdu.

1906 yılında Aile Orhaneli /Beyce kasabasına yerleşti. Sarı Hoca burada üç yıllık ibtidai mektebine başladı. 1909 yılında birincilikle bitirdi.

1910 yılında rüşdiye'ye başladı. Kısa zaman sonra oradan ayrılarak medreseye gidip hafızlığa başladı.

1911 yılında hafızlığını tamamladı aynı zamanda babasından saatçiliği öğrendi.

1914 Birinci Dünya savaşı çıktı. medresedeki öğrencilerin büyükleri askere alındı ve medreseler kapandı. M.Ruhi Turan kendini yetiştirmek için kitaplar okudu ve bölgedeki ilim ehlinden özel dersler aldı.

1917 icazetname aldı. Aynı yıl babası vefat etti.

1919 Askerliğini Bursa'da yaptı. Altı ay sonra gözlerindeki rahatsızlık sebebiyle terhis edildi. Bursa Harmancık Ballısaray köyünde ücretini köylünün ödediği imamlığa başladı.

1920 Büyükorhan Merkez camiinde kısa süreliğine imamlık yaptı gündüzleri gençleri, akşamları yetişkinleri okuttu. Halka vaazlar verdi sohbetler yaptı.

Sarı Hoca 1 Dünya Savaşı'ndan sonra Bursa'da askerliğini yaptıktan sonra Büyükorhan merkez camii'nde imam olarak göreve başladı bu sırada (1923) Muhsine hanım ile evlendi Bu evlilikten  altı kız bir erkek çocuğu oldu. Oğlu bir yaşında iken vefat etti. 40 yaşına kadar bu göreve devam etti.

1935- Turan soyadını aldı.

1939- 16 yıllık eşi Muhsine hanım doğum kaynaklı bir hastalık sebebiyle vefat etti. 

En büyüğü 13 en küçüğü 1,5 yaşında olmak üzere 6 kız çocuğu öksüz kaldı. Çocuklarının bakımında annesi yardımcı oldu. 

Çocukları ve annesi ile birlikte Büyükorhan'dan ayrılarak Balıkesir'in Dursunbey ilçesine yerleşti. Oradan Dursun Bey'in eşraf ve ulemasından sayılan Hacı Mehmet Efendi'nin kızı Hatice hanım ile evlendi bu evlilikten üç kız bir erkek çocuğu oldu. 

Sarı hoca 10 temmuz 1981 yılından 8 Ramazan'da cuma günü vefat etmiştir. Dursunbey kabristanını defnetmiştir

KAYNAK: Vefatının 42. yılında SARI HOCA (Mehmet Ruhi TURAN) Altıeylül Belediyesi Kültür Yayınları.

Kitabın temini için Sarı Hoca merhumun önemli talebelerinden Köylümüz Merhum Abdullah Şenyiğit Hocamızın oğlu Hasan Şenyiğit kardeşime teşekkür ederim. 

17/12/2024   Ali USLU   TAVŞANLI.

NAMAZIN FAYDASI KİME

 Bir öğrencim sormuştu:

"Hocam!  Allah Tealanın bizim namazımıza ihtiyacı mı var? Niçin bizden namaz kılmamızı istiyor?"

Soru- cevap şeklinde devam ettik. Dedim ki:

-Sizin yemek yemenizin Allah Teala'ya bir faydası var mı?

-Hayır.

-Faydası kime?

- Bize.

-Uzun süre yemek yemez veya yeterli besinleri almazsak ne olur?

-Bedenimiz zayıf düşer, hastalıklara karşı direncimiz düşer.

Buradan sonra ben anlattım:

"Evladım insanlar ruh ve bedenden oluşur. Ölüm demek ruhumuzun bedenimiz terk etmesidir. Bedenimizin ihtiyaçları olduğu gibi ruhumuzun da ihtiyaçları vardır. Bedenimizin ihtiyaçları, yemek- içmek, barınmak, temizlenmek uyumak vb. 

Ruhumuzun ihtiyaçlarına gelince...  Bizi yaratan Rabbimiz bizi en iyi bilendir. Ruhumuzun ihtiyaçlarından en önemlisi inanma ve ibadet etme ihtiyacıdır. Yani ibadet ruhumuzun gıdasıdır. Namaza Allah'ımızın değil bizim ihtiyacımız vardır.

Doktorun verdiği ilaçları kullanmanın veya Onun sağlıkla ilgili tavsiyelerine uymanın faydası doktora değildir.

Ayrıca hakkıyla kılınan namaz bir ant-virüs proğramı gibidir."Muhakkakki namaz  ahlaksızlıklardan ve kötülüklerden alıkoyar" diyor Rabbimiz. Tabiri caizse hakkıyla kılınan namaz anti günah proğramıdır. Namaz sayesinde kişi bir çok günahtan uzak durur.

Ayrıca Yaratıcımız O'nun emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmamızdan razı olur.

TOHUM

 Dikkat edelim...

"Her iyilik ve her kötülük birer tohumdur."

Ürünleri bir gün, ekenlerin karşısına çıkar.

Bazıları çok kısa zamanda karşısına çıkarken bazılarının çıkışı uzun zaman sonra olabilir.

Hatta bazıları bu dünyada değil de ahirette çıkar kişinin karşısına.

OKULDAKİ BİR HATIRAM

  Çalıştığım liselerden 11 veya 12. sınıflardan birisinde ders işlerken, anlattığım şeye şaşırdığını tahmin ettiğim kız öğrencilerimden birisi "oha" deyiverdi.

Derse kısa süreliğine ara vererek öğrencimizin ismini söyledim ve güzel bir uslupla "oha" ne demek kızım" diye sordum

"Şaşırma ifadesi olarak kullanmıştım hocam" diye cevap verdi. "Ben de öyle tahmin etmiştim. Şayet onun gerçek anlamını bilseydin sen kesinlikle böyle bir kelimeyi söylemezdin." deyince bütün öğrenciler dikkat kesildiler. "Bu kelimenin öküzlere söylenen bir komut olduğunu" belirtince kızımızın yüzü kızardı ve özür diledi. 

Ben de, bu sözden dolayı alınmadığımı belirtip, "maksadım seni mahcup etmek değildi. Çünkü gençlerin kendi aralarındaki konuşmalarında zaman zaman bu kelimeyi kullandıklarını duyuyorum. Bir çok genç bu argo kelimenin anlamını bilmediğinden değişik yerlerde kullanıyorlar. Bunun için "oha" kelimesinin anlamını sınıfa öğretmek istedim" diyerek meramımı açıkladım. Öğrencimiz de teşekkür etti. Sonra tüm sınıfı anlamını bilmedikleri kelimeleri kullanırken dikkatli olmaları konusunda uyardım.

Sadece gençler değil, büyükler bile bazen öyle laflar ediyorlar ki anlamını bilseler kesinlikle o sözleri o ortamda söyleyemezlerdi.

Bu olayı vesile ederek şunları söylemek istiyorum: Bir şeyi öğretirken yeri ve zamanını  iyi tesbit edersek muhataplarımız anlattığımızı daha iyi öğrenirler. daha iyi kavrarlar ve öğrendikleri kalıcı olur.

Bahsettiğim "oha" kelimesini herhangi bir derste argo kelimeler başlığıyla anlatsaydım bu kadar dikkat çekmez ve akılda bu kadar kalıcı olmazdı.

İkinci olarak öğrencimizin yanlışına, kızarak, hakaret ederek tepki verseydim o öğrenciyi kaybetmiş olurdum. (Muhtemelen bana kırılır, bundan sonra beni, dersimi ve nasihatlerimi önemsemezdi)

Bence eğitim fark ettirmektir. Bunu yaparken de kırıp dökmeden yapmaktır. 

Ne demiş atalarımız: "Oha vardır öküz durdurur; oha vardır saban kırdırır."

Hepimiz öğretmen değiliz lakin neticede hepimiz (en azından ailemiz icin) birer eğitimciyiz.

Ali USLU   02/12/1924   TAVŞANLI.

SAKIN KIYASLAMAYIN.

 Küçük veya okul çağında çocukları olan kardeşlerim. 

Sakın çocuklarınızı başka çocuklarla kıyaslamayınız.

Her çocuk özeldir. Hepsinin kapasiteleri, öğrenme süreleri ve öğrenme süreçleri, yetenekleri, ilgi alanları farklı farklıdır.

Bazıları küçük yaşta öğrenirlerken bazılarının motoru daha geç açılır fakat ileride bahsettiğimiz diğer çocuklara yetişir veya onları geçebilir. 

Aceleci davranıp, çocuklarınızı başkalarıyla kıyaslayarak mutsuz olmayın ve onları mutsuz etmeyin.

Yapılması gereken onlara güzel örnek olmak ve (usulüne uygun olarak/ bıktırmadan) güzel ahlakı öğretmektir.

Ali USLU

ÇİFT TARAFLI PENCERE

 Gözlerimiz çift taraflı pencere gibidir.

Dışımızdaki/çevremizdeki şeylerin görüntüleri gözlerimiz vasıtasıyla içeri yansırken, 

 İç alemimizdeki duygularımız da (üzüntümüz, sevinçlerimiz, sevgimiz- nefretimiz, sakinliğimiz, heyecanımız, öfkemiz,  korkumuz, kırgınlığımız, acı çekmemiz v.b.) gözlerimizden dışa yansır.

DEĞER MİYDİ?

DEĞER MİYDİ?

Hani bazen hatır/gönül kırar ya insan...

Bir hatırını kırdığı kişiye bakmalı, bir de hatır kırdığı mevzuya...

Acaba hatır kırmağa değer miydi?

Gönüllerini kırdığı yakınlarını kaybetmiş pek çok kişi bunu sorguluyor kaybettikten sonra.

İleride pişman olmamak için bunu yakınlarımız hayattayken sorgulamak gerekiyor.

"Bu konu hatır kırmaya değer mi şu ölümlü dünyada?"

Ali USLU -TAVŞANLI

HER ZARAR, ZARAR SAYILMAZ

 HER ZARAR, ZARAR SAYILMAZ

Kaybettiğimiz bazı dünyalıklar;
*Tedbir alıp daha fazla kaybetmemek için bir ikaz olabilir.
*Ahirette kaybetmemek veya kazanmak için olabilir.
*Sabır neticesinde maddi kayıp, manevî kazanca dönüşebilir.

PSİKOPAT KİŞİLERE YARDIMCI OLMAK

 PSİKOPAT (psikolojisi bozuk) KİŞİLERE YARDIMCI OLMAK

İnsanlara yardım etmek, onlara yardımcı olmak güzel bir meziyettir. Aynı zamanda dinimizin tavsiye ettiği bir durumdur.

Psikopat kişilere yardımcı olmak da iyi olmakla birlikte bazı riskler barındırmakta. Bu konuda öğrendiğim bazı olaylar zihnimde bazı tereddütler oluşturdu.

Birinci olay: Bir kaç yıl önce Kütahya'daki liselerden birisinde psikopat bir öğrenciyle uzun süre ilgilenen ona yardımcı olmaya çalışan bir hoca (hatırımda kaldığı kadarıyla beden eğitimi hocası) bu psikopat öğrenci tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü.

İkinci olay: Bir kaç ay önce İzmir'de gümüş işçiliği yapan bir vatandaşımız yardımcı olmak maksadıyla yanına aldığı psikopat kişi tarafından öldürülmüştü. ( Haberlerde yazıldığına göre uyuşturucu kullaniyormuş) Haberlerin yorumlarında kuyumcuyu tanıyanlar "çok iyi bir kişi olduğunu" belirtiyorlardı.

Psikopat kişilere normal kişiler yardımcı olmalı mıdır? Yardımcı olunacaksa yolu yöntemi nasıl olmalıdır? Bu konuda konunun uzmanlarının tavsiyelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.

SÖVMEKLE İLGİLİ BİR AYET

 SÖVMEKLE İLGİLİ BİR AYET

En'âm, 108. Ayet: 

"Onların, Allah'ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah'a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir."

AYETTEN ÇIKARDIĞIM DERSLERİ:

Yukarıdaki ayette bizden istenilen şey gayet anlaşılır vaziyette. 

Bu ayetten yola çıkarak şunlar da düşünülebilir 

* Beğenmediğiniz karşı çıktığınız kişilere ve fikirlerine sövmeyin hakaret etmeyin. 

Bu durumun bir faydası olmadığı gibi karşı tarafın da size ve fikirlerinize hakaret etmesine sövmesine yol açabilir. 

*Bu durumda kişiler kendi fikirlerine daha sıkı bağlanarak size ve düşüncelerinize düşman olabilirler. 

*Sövdüğünüz veya hakaret ettiğinizde onlarla iletişimi koparmış olursunuz. Dolayısıyla doğrularınızı onlara ulaştırma ihtimali de yok olabilir. 

ANAFİKİR: sövmekle ve hakaret etmekle hiçbir şeyi çözemezsiniz. Hiçbir yere varamazsınız. 

Ali USLU

KISAS MESELESİ

 

ELMALILI HAMDİ YAZIR (Kısasla ilgili Bakara 178-179) MEAL VE TEFSİRİ

Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azab vardır. (Bakara 178)

İNİŞ SEBEBİ: Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinden önce adam öldürmeye karşı hıristiyanlar, yalnız affın vacib olduğunu söylüyorlardı. Yahudilerin hükümlerinde de af yok, yalnız öldürme vardı. Bununla birlikte Buharî ve Nesaî'nin rivayetlerine göre İsrailoğulları diyeti, öldürmeden önde tutuyorlardı.

Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinde haksızlık yapıyorlardı. Şöyle ki: Öldürmede: Biri, diğerinden daha şerefli olan iki kabile arasında bir öldürme olayı meydana gelince, daha şerefli olanlar; Bizden bir köle karşılığında onlardan bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek ve bir erkek karşılığında iki erkek öldüreceğiz derlerdi. Kendi yaralarını hasımlarının yarasının iki katı sayarlar ve bazan daha da ileri giderlerdi.

Rivayet ediliyor ki; bir kere birisi, ileri gelenlerden bir insan öldürmüştü. Katilin yakınları, öldürülenin babasının yanında toplandılar ve "ne istersin?" dediler.

O da: "Üçten biri!" dedi. "Nedir onlar?" diye sordular. Cevaben: "Ya oğlumu diriltirsiniz veya evimi semanın yıldızlarıyla doldurursunuz yahut da bütün kavminizi bana teslim edersiniz, hepsini öldürürüm. Sonra da oğluma bir karşılık aldığım görüşünde bulunmam." demişti.

Diyete gelince; onda da zulmedenler, çoğunlukla ileri gelenlerin diyetini, diğerlerinin birkaç katı yaparlardı. İşte böyle Arap kabilelerinden Ensar'ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz diye yemin etmişlerdi. Müslüman olduktan sonra Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip muhakeme olmak istediler. Bu sebeple, bu âyet indi.

Kısasın vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak öldürülenin ehlinden birinin affı ile düşebileceğini, bu affın daha iyi ve daha uygun olacağını, bununla beraber af sırasında mal üzerine anlaşmanın da caizliğini tesbit etti. Yahudilerin, affın meşru olmadığına ve diyetin kısastan önde bulunduğuna dair olan hükümlerini ve kısas yoluyla öldürmenin asla meşru olmadığını söyleyen hıristiyan hükümlerini ve insanlık eşitliğine riayet etmeyip, şeref davasıyla haksızlığa ve tecavüze giden Arab âdet ve hükümlerini ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki eşitliği kurup ilan etti. Gelelim mânâsına:

KISAS: Sözlükte ayniyle karşılık vermek, herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek demektir. "katlâ" kelimesi "katîl"in çoğuludur. "Katîl" de maktûl, öldürülmüş kimse demektir. "öldürülenler hakkında" ifadesindeki "fî" harfi, sebebiyet içindir. Ey iman edenler! zulmedilerek öldürülenler hakkında, yani bunların öldürülmesinden dolayı karşılık olarak katillerine kısas uygulanması üzerinize yazıldı, yazılmış bir kanun oldu, farz kılındı.

Bundan dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl gereği kısastır. "el-katlâ" kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif bulunduğundan, kasden ve haksız yere öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi, müslüman ve müslümanların himayesinde bulunan diğer din mensuplarının hepsini kapsamaktadır. Her birinin katili kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır. Açıklanacağı üzere, kısası düşürme sebebi olan af veya anlaşma olmadıkça bu kısasın uygulanması, bütün iman edenlere farzdır.

Özellikle hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir köle bir köleyi, bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen hür karşılığında o katil hür, öldürülen köle karşılığında o katil köle, öldürülen dişi karşılığında o katil dişi, kısaca her öldürülen kimsenin karşılığında kendi katili aynı şekilde öldürülür. Bu öldürme yeterli bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi şeref ve kıymet davasıyla katilden başkasının öldürülmesine kalkışılmaz.

Bu kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu gibi, katilden başkasının öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan başka bir mefhûm-i muhalifi kastedilmiş olmadığında ittifak vardır.

Biz Hanefilerce zaten mefhûm-i muhalif delil yerinde geçerli değildir. Ancak siyak gibi açık bir karine bulunursa o başka. O zaman da mefhûm-i muhalif, kelime-i tevhidde olduğu gibi, mânâ sayısına dahil olur. Burada da bu türden olmak üzere nüzul sebebi karinesi ile katilden başkasının öldürülmemesi hakkında mefhûm-i muhalifi geçerli olabilirse de başkası hakkında söz söylenmemiş olur. Geçmiş usule göre amel edilir. Bundan dolayı âyetin başındaki genel ifadeyi özelleştirmez. Hürün köleye, erkeğin dişiye karşılık ve bunun aksi olarak kısas edilebilmelerini yasaklamaz. Bunun için dişinin erkek, erkeğin dişi karşılığında kısas yoluyla öldürüleceği imamlar arasında üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve açıklamak üzere Mâide sûresindeki kısas âyetinde "Cana can " (Mâide, 5/45) buyurulmuş ve bununla kısasta aranan benzerlik ve eşitliğin nefis ve can benzerliği olduğu gösterilmiştir. Yaşama hakkı herkes için eşittir. Kısas bu eşitliğe dayanmaktadır.

Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla bir yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu şekilde âyetin başı genel, "hüre hür, köleye köle, dişiye dişi" ifadesi de "cana can" benzemesiyle can eşitliğini beyan ile tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber İmam Malik ve İmam Şafiî hazretleri, erkek ve dişi arasında fark olduğu görüşünde bulunmadıkları ve öldürülen bir hür karşılığında katil köleyi kısas yoluyla öldürmeyi yeterli gördükleri halde, öldürülen bir köle karşılığında bir hürün ve öldürülen bir gayri müslim karşılığında müslümanın öldürülmesini caiz görmemişlerdir. Fakat bunu, bu âyetin mefhûm-i muhalifinden de çıkarmamışlardır.

Çünkü "dişiye dişi"nin mefhûm-ı muhalifine mutlak olarak, "köleye köle"nin mefhûm-i muhalifine bir yönden itibar etmediklerinde söz yoktur.

Kısas, yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır. Bu masumluk da din ve yurtta sabit olur. Onlar ise bu konularda eşittirler. Burada şu da anlaşılır ki, vasıf gibi sayıda farklılık da masumlukta eşitliği bozmaz. Bunun için bir şahsı, birçok kimseler birlikte öldürürlerse, hepsi de ittifakla kısas yoluyla öldürülürler.

TENBİH:

1- Önce İsrâ sûresindeki: "Her kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla öldürmede aşırı gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince buradaki "öldürülenler"den maksat, kısası gerektiren bir cinayet işlememiş olduğu halde haksız yere öldürülenlerdir. Bunun için şer'î bakımdan tayin edilmiş olan sebeplerden birisiyle öldürülmeyi hak etmiş olan kimsenin veya harbînin öldürülmesine kısas gerekmez.

2- Kısası gerektirecek bir cinayet işlememiş olanlar hakkında da ilerde gelecek olan âyetler gereğince, hata ile öldürme, kısastan müstesna olarak, ayrıca hükümlere tabidir.

3- "Had cezalarını şüphe ile yok ediniz." hadisi şerifinin mânâsı, meşhurdur ve üzerinde icmâ vardır. Kısas da hadlere dahil olduğundan, şüphe ile ortadan kalkar. Bunda da icma vardır.

Bu bakımdan çocukları karşılığında ana ve baba, yukarıdaki birinci hadis-i şerifin delalet ettiği üzere, kölesi karşılığında sahibi kısas yoluyla öldürülmez, ta'zîr cezası verilir.

İşte bu şekilde kısas uygulamak, ümmete ve imama farzdır. İmamın kendisi de haksız yere birini öldürürse, o da bu hükümden müstesna değildir. O da aynı şekilde kısas edilir. İslâm yurdunda gerek müslümanların ve gerekse andlaşma ile duran gayr-i müslimlerin yaşama hakları, böyle eşit olarak saygın ve canları, eşit olarak suçsuz ve korunmuştur.

Şimdi buna kasten tecavüz eden katile kısas yapılması, adam öldürmenin asıl gereği olarak yazıldığı anlaşıldıktan sonra; herhangi bir katil için öldürülenin kardeşi tarafından küçük bir şey bağışlanmış bulunursa, kısas hemen düşer de, iş artık o katil hakkında öldürülenin velisi tarafından, akıl ve din açısından örf haline gelmiş olan iyiliğe tabi olmak, katil tarafından da örfte belirlenen miktarı, öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle ödemek hususlarından ibaret kalır.

Eğer af, hürde diyet, kölede kıymet gibi az veya çok mal üzerine bir şart ileri sürülmeksizin mutlak olarak meydana gelmiş ise varisin, bu iyiliğe kayıtsız şartsız uyması ve affa karşılık diyet ve benzeri bir şey istemeye kalkmaması gerekir.

Eğer tamamen veya kısmen diyet ve kıymet, yahut diğer bir mal verilmek şartıyla anlaşma tarzında bir af ise, katilin de bunu kabul edip, güzellikle ödemesi gerekir.

Nefsin, canın parçalanması mümkün olmadığından, isterse bir kılının veya binde birinin affı gibi en küçük bir af bile tamamını affetmektir. Yine aynı şekilde varislerden birinin affı, hepsinin affıdır.

Burada "kardeşinden" ifadesindeki kardeşten maksat, "Her kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla öldürülmede aşırı gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince öldürülenin varisi olan velisidir. Katilin hasmı olan, bu öldürülenin velisi burada katilin kardeşi olmakla vasıflandırılmıştır ki, bu kardeşlikten maksat, din veya vatan kardeşliğidir.

Bundan dolayı bu vasıflandırmada, İslâm yurdu içinde bulunan hür veya köle, erkek veya kadın, müslüman veya müslümanların himayesinde bulunan gayr-i müslim insanların hepsinin kanlarının, canlarının, yaşama haklarının kardeş gibi masum ve saygın bilinmesi lazım geleceğine ve bunların birbirini öldürmesinin, kardeşini öldürmek gibi kötü bir şey olduğuna işaret edilmektedir. Bununla beraber aynı zamanda öldürülenin velisini insanî, ahlakî ve ictimaî derin bir mânâ ile affa teşvik ve rağbet ettirmek için ifade buyurulmuştur.

"Öldürülenin velisi tarafından, bilinen iyiliğe tabi olmak da," bu kardeşlik mânâsını takdir ederek affedecek olan, öldürülenin velisine, müsamaha ve affına karşılık isteklerinde sertlik göstermeyip, nihayet alışılagelen âdet çerçevesi içinde güzellikle diyet taleb etmesini tavsiye eder.

"Katil tarafından o bilinen diyetin öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle verilmesi" de affedilen katili, bu affın ve kardeşlik takdirinin kıymetini bilerek, karşılığında borcunu zorluk çıkarmaksızın güzelce, ihsan karakteri içinde ödemeye mecbur etmektir.

Af ve diyet hakkındaki bu hüküm, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bunun için, Bundan sonra her kim bu hüküm ve emirlere uymayarak haddini aşar, katil olmayanı öldürür veya affettikten ya da diyeti aldıktan sonra katili öldürürse, onun için acı veren bir azab vardır. Dünyada kısas edilir, ahirette cehennem ateşine atılır. Yani "size kısas farz kılındı" nassından da anlaşıldığı üzere adam öldürmede asıl hak ve gerekli olan aslî hüküm kısastır. Katilin bilmesi gerekir ki, öldürdüğü insan hür veya köle, erkek veya kadın kim olursa olsun, o da kendi gibi bir can ve saygın bir hayat hakkına sahip, ilâhi bir yapı idi.

Hem Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu saygın ve masum yaşama hakkına saldırmak ve bu yapıyı öldürüp yıkmak; kanun, adalet ve dengenin gereği olan "bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür."

(Şûrâ, 42/40) hükmünce kendini de yaşama hakkından mahrum etmektir. Yaşama hakkına saldırı, hakkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş bulunduğu için, bunun ilk eserinin, saldırganın kendinde ortaya çıkması lazım gelir. Bu bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla katilin kendisini öldürmektir. Öldüren, öldürülmeyi hak etmiştir.

Kararlı bir şekilde düşünüldüğü zaman adam öldürmenin bundan başka hükmü ve gereği olmaması gerekir. Nitekim önceleri Tevrat'ta da yalnız kısas meşru kılınmıştı. Fakat hayatın aslı sırf Allah'ın ihsanı olduğu ve kısasta kul hakkından başka bir de Allah'ın hakkı bulunduğu cihetle Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetine kısası yazarken, bir hafifletme ve rahmet olmak üzere af ve diyeti de meşru kılmıştır. Bu affı da, hak sahibi olan öldürülenin varisi ve velisinin eline vermiştir.

Kısasa göre bu meşruluğun katil hakkında ne kadar bir hafifletme ve rahmet olduğu, şüpheden uzaktır. Çünkü ondan kısası affetmek, yaşama hakkını iade ederek, yeniden diriltmek demektir. Bu aynı zamanda öldürülenin velisi hakkında da bir hafifletme ve rahmettir. Çünkü her ne olursa olsun, bir insan öldürmek, her gönlün ve özellikle iman ehlinin arzu edeceği, seve seve yapacağı bir şey değildir. Kısasın kendisi, düşünüldüğü zaman kendi nefsinde ağır bir hükümdür. Bununla beraber mutlak olarak af mecburiyeti de genellikle bu taraf hakkında kısastan daha ağır bir teklif olur. Kısasın, aslî bir hak olduğu bilinmedikçe affın mânâsı olmaz.

Bu bakımdan ne Tevrat'ta olduğu gibi yalnız kısasta, ne de İncil'de olduğu gibi yalnız afta ısrar edilmeyerek, duruma ve menfaatin gereğine göre, ikisinden birinin tatbikine imkan bırakılması için öldürülenin velisine bir seçim hakkı verilmiştir. Bundan başka, af karşılığı diyet ve benzeri gibi örfe göre malî bir karşılık almaya da meşru bir yol gösterilmiş bulunmaktadır. Bunun, her iki taraf hakkında da bir hafifletme ve aynı zamanda dünya ve ahiretle ilgili birçok faydaları içine alan ilâhî bir rahmet olduğunda da şüphe yoktur.

Affın, daha faziletli ve daha uygun olması, kısasın aslî hüküm olmasına engel değildir. Bu konuda öldürülenin velisine verilen seçme hakkı bile, aslî hükmün, kısas ile diyet arasında tereddütlü bulunan muhayyer bir vacib olmasını gerektirmez.

Çünkü önce "Kısas, size farz kılındı." buyurulmuş, sonra da af, "Her kim için bir af yapılırsa..." diye "fâ-i takîbiye" ile ifade edilmiş ve diyet üstü kapalı bir şekilde gösterilmiştir. Üçüncü olarak da bunun, bir hafifletme ve rahmet olduğu da ilave edilmiştir. O halde aftan önce kısasa karşılık diyetin sabit bir hükmü yoktur. Mutlak olarak affeden varisin, Şâfiî'nin dediği gibi diyet istemeye hakkı kalmaz. Ancak affetmeyen diğer varisler var ise, onlar diyet alabilirler. Yine aynı şekilde diyet veya diğer bir bedel karşılığı affeden varis de bunu alabilir.

Kısaca kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz veyahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır.

Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşru olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah bırakacak olan bir ihmal olurdu.

Daha doğrusu kısas, meşru olmasaydı, söylediğimiz gibi affın hiçbir mânâsı kalmazdı. Buna göre Tevrat'taki kısas borcunun icrası yürürlükte bulunmasaydı İncil'deki affın hiçbir mânası kalmazdı. Bu affın, insan öldürmeyi mübah kabul ettirecek bir cinayet şüphesi halini almaması için, İncil'in hükmünün, Tevrat'ın hükmü ile beraber düşünülmesi şartıyla meşru kabul edilmesi lazım gelir. Bu da affın, hıristiyanların zannettiği gibi bir vacib olamayacağını ispat eder.

İşte Kur'ân, bu gerçeği tesbit ederek kısası, öldürülen kimse için bir hak, kamu için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir fazilet, "iyilik ve ödeme" kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşru kılmıştır.

Şu halde anlaşılıyor ki, af ve diyetin bir hafifletme, bir rahmet olabilmesi, kısasın aslî bir vacib olarak meşru bir şekilde devamına bağlıdır. Buna göre "Madem ki af bir rahmet ve fazilettir, o halde kısasın büsbütün neshi ve kaldırılması ile yalnız affın vacib kılınması, daha fazla bir rahmet olurdu." gibi bir soru mümkün değildir. Böyle bir düşünce ile İncil'in hükmünün, Kur'ân'ın hükmünden daha ahlâki olduğu zannedilmemelidir. Çünkü affın ahlâkî oluşu, kısasın aslî bir hak olarak meşruluğunun devamına bağlıdır.

 

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEAL VE TEFSİRİ

Ey temiz akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır. Ümit edilir ki, korunursunuz. (Bakara 179)

Bunun için kısasın güzelliklerini açıklama hususunda buyuruluyor ki: Size kısas yazıldı ve sizin için kısasta büyük bir hayat vardır, ey akıl sahipleri!. Bu bakımdan kısası, Allah'ın adaletine ve merhametine yaraşmayan kötü bir şey zannetmeyiniz de "Kısasta büyük bir hayat vardır." beliğ vecizesini aslî kanun tanıyınız.

Bunu böyle tanıdıktan sonra af ile muamele ederseniz çok büyük bir fazilet olur. Aksi halde Araplar'ın yaptığı gibi kısas hududunu aşarak öldürmekle karşılık vermek ve diğer işkence ve azaba başvurmak, nasıl bir zulüm ve cinayet ise, adam öldürmeye karşı, Allah'ın hükmü yalnız aftır, demek de insanlıktan hayat hakkını çekip alacak büyük bir cinayet olur.

Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın meşru oluşunda akıl sahibi olan insanlar için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın zıddı olan kısasın meşru oluşu da hayatın ve yaşama hakkının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki:

1- Önce bu, hem katil olmak isteyecek kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında kuvvetle hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hayatta kalır, hem de karşısındaki.

2- Bunda, ikisinden başka genel toplumun yaşama hakkını da güvenceye alma vardır. Çünkü bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgili olması düşünülen insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük çarpışmalara (kan davalarına) sebep olabilir.

Akıl sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak olan haklı kısasın meşruluğu, bütün bu fitnelerin ve heyecanların önüne geçeceği için, toplumun yaşamasına sebep ve yaşama hakkına garanti olur. Bu faydalar ise, haklı bir kısas şeklinde olmayan saldırgan öldürmelerde ve affın mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.

İşte kısasın meşruluğu, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu "Kısasta büyük bir hayat vardır." vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve îcâz kanunudur. Bunun, büyük bir mânâ topluluğunu, son derece özlü bir şekilde ifade edivermiş olduğunda Arab edebiyatçıları ve Beyan ilmi âlimleri ittifak etmişlerdir. Çünkü bundan önce Araplar'ın bu konuda bazı vecizeleri vardı. Bunlardan bazıları şunlardır:

a) "Bir kısım insanları öldürmek, toplumu diriltmektir." Yine:

b) "Öldürmeyi çok yapınız ki, öldürme azalsın." derlerdi. Bu gibi vecizeler arasında en güzel saydıkları da şu idi:

c) "Öldürme, öldürmeyi yok eder. Yani öldürmeyi en çok ortadan kaldıran şey, yine öldürmedir."

Halbuki "Kısasta büyük bir hayat vardır." prensibinin bundan da birçok yönlerden daha fasih (fesâhatli) ve daha beliğ (belağatlı) olduğu açık ve üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Şöyle ki:

1- Önce, hepsinden daha kısa ve özlüdür.

2- Tekrardan uzaktır.

3- Bunda Bedî' ilminde "tıbak" denen tezat sanatı, "kısas" ve "hayat" kelimeleriyle en güzel ve makul bir tarzda tatbik edilmiş olduğu halde, diğerleri görünürde makul olmayan, imkansız bir çelişki suretindedir.

Öldürmenin yokluğu, öldürmeye; öldürmenin çokluğunun, öldürmenin azlığına sebep gösterilmesi, görünüş itibariyle, bir şeyi kendi yokluğuna sebep göstermek demektir. Bunda ise bazı zevklere göre bir şiir havası olsa bile hiçbir hikmet yoktur.

4- Kısas, öldürmeden bir yönüyle daha genel, diğer yönüyle daha özeldir. Geneldir; çünkü yaralamaları da içine almaktadır. Özeldir; çünkü her öldürmede kısas yapılmaz ve öldürmelerin her çeşidi, öldürmeye engel olmaz. Bilakis saldırı şeklindeki öldürmeler, fitneyi şiddetlendirerek karışıklığa sebep olur.

O halde "öldürme" kelimesi, ahd lâmı ile öldürmenin bir çeşidine yani kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz. Böyle olunca da kısasın yaralar kısmı haric kalır. Bu bakımdan "Kısasta büyük bir hayat vardır." ifadesi, bu açıdan üç yönden daha beliğdir. Çünkü her yönüyle sahihtir, açıktır, daha kapsamlıdır.

5- Yokluk, menfi bir gayedir. Hayat ise istenen müsbet bir gayedir. Öldürme işinin yokluğu, hayatın varlığını içine aldığından, tabii ki arzu edilir. Bundan dolayı âyet, asıl maksat olan müsbet gayeye delalet ettiği ve dikkati ona çevirdiği için pek yüksektir.

6- "hayat" kelimesi nekire (belirsiz isim) olarak ifade edilmiş bulunduğu için "tenvin-i tazim" ile hayatın bir nevi büyüğüne, yani kamu hayatına, ahiret hayatına ve hayat hakkının büyüklüğüne işareti kapsamaktadır. Diğerleri ise pek ilmî olan bu hukukî ve dinî sırdan mahrumdur.

İşte bunlar gibi daha birçok yönden bu Kur'ân vecizesinin, diğerlerine üstünlüğü, bu kadar geniş mânâsıyla i'câz haddindeki özlü ifadesiyle, Arap edebiyatçılarını büyüleyen sebeplerden biri olmuştur. Kısasın meşru oluşunun güzellikleri de Allah tarafından bu prensiple beyan buyurulmuştur.

İşte böyle içine almış olduğu hayatî güzellikler ve maksatlar itibariyle çok önemli olan kısas, size farz kılınmıştır ki, korunabilesiniz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatınızı ve yaşama hakkınızı muhafaza edebilesiniz. Bu hayatta kötülükten sakınmakla ahiret hayatında kurtuluşa kavuşasınız.

 

 

MANDALİNA ÜZERİNE TEFEKKÜR DERSİ

 Öğretmenliğimin son yıllarında bu mevsimde, sınıflara her öğrenciye bir mandalina yetecek şekilde meyve götürür  hem yer, hem de akıllarından çıkmayacak bir ders yapardık.

İsterseniz sizler de çocuklarınızla, torunlarınızla veya öğrencilerinizle hem mandalina yiyip hem de güzel bir etkinlik yapabilirsiniz. 

MANDALİNA ÜZERİNE TEFEKKÜR DERSİ

Elime aldığım mandalinayı göstererek:

Çocuklar! Bu elinizdeki meyve iki kısımdan oluşuyor değil mi?

1-Ambalajı, yani kabuk kısmı.

2- İçindeki asıl yenecek kısmı.

Elimle mandalinayı soyup  kabuğunu gösteririm. Bu ambalaj kısmı ne işe yarıyor sizce?

Çocuklardan gelen cevapları dinler sonra cevapları toparlarım.

"Dala sapıyla bağlı kısmı kabuğudur. Yani meyve, besinini ağaçtan, kabuk vasıtasıyla alıyor.

Ayrıca meyveyi dış etkenlerden koruyor. Biliyorsunuz mandalina sonbahar meyvesidir. Ekim-kasım aylarında bazen gündüzleri çok sıcak geceleri soğuk olabilir. Öyle bir kabuk olmalı ki, meyveyi hem sıcaktan hem soğuktan korumalı. 

Yine bildiğiniz gibi, güneş ışığı aynı yere uzun süre dokununca o şey bozulabilir. Aldığımız gıda maddelerinin ambalajında "güneş ışığından koruyunuz" yazar. Halbuki mandalinaların bazıları hem sonbaharda hem de olgunlaşma dönemi olan yaz mevsiminde her gün güneş ışığına uzun süre maruz kalır ve bozulmazlar. Hatta yararlanırlar. Bozulmadan güneşten istifade ettiren işte bu kabuklarıdır. Kabuğun kalınlığı ve yapısı, meyveyi hem sıcaktan hem soğuktan koruyacak niteliktedir. Kışın soğuk daha fazla olduğundan portakalın kabuğu daha kalındır.

Ayrıca kabuklar, yağmur suyu, toz -toprak gibi şeylerin meyveye girişini engeller. Fakat hava girişi için gözenekleri vardır.

 Bir şey daha var. Meyve küçükken ambalaj da küçüktür, meyve büyüdükçe ambalaj da büyür.

Son olarak, biliyorsunuz aldığımız ürünlerdeki ambalaj hem ürünü korumak hem de müşteriyi cezbetmek için tasarlanmıştır. İşte bu kabuğun rengi ve şekli insanları cezbedecek niteliktedir."

"Şimdi meyve kısmına geçebiliriz." dedikten sonra sorarım.

- Çocuklar bu meyvede hangi vitamin var?

"C vitamini olarak  cevap verenler olur. 

-Evet bildiniz C vitamini.

Şimdi bir soru daha sorayım:

-Sonbahar mevsiminde vücudumuzun hangi vitamine ihtiyacı vardır? Niçin?

Gelen cevapları toparlarım "Evet... Hastalıklardan korunmak ve üşümeyi önlemek için C vitaminine ihtiyacımız var" 

Demek bu meyveyi sonbaharda olgunlaştırıp onu C vitamini deposu yapan ile insanların sonbaharda C vitaminine ihtiyacı olduğunu bilen birisi var. değil mi çocuklar...

Buradan ne gibi sonuç çıkarabiliriz?

Gelen cevaplardan sonra:

 -Allah Teala insanı yaratmış. Ayrıca onun ihtiyaçlarına göre meyve yaratmış, zamanlamasını insanın ihtiyaçlarına göre ayarlamış değil mi?.

Sonra soyulmuş mandalinayı göstererek "ne kadar güzel bir geometrik şekil değil mi?"diye gösteririm.. Sonra dilimlere ayırıp  her bir dilimin de birbirine uyumlu geometrik şekilde olduğunu gösteririm.

Meyvenin dilim dilim olmasının faydalarını sorarım. Dilimleri yemenin daha pratik olduğunu söylerim" Bunu yapan zatın çok iyi geometri bilgisinin olması gerektiğini anlatırım.

Sonra besmele çekerek yerim. Güzel bir tat ve hoş bir kokusunun olduğunu belirtip, "Bunu yapan zatın iyi bir tat, koku ve renk bilgisinin olması gerektiğini söyler. Bilmesinin yanında bütün bunları meydana getirecek güç ve kuvvetinin de olması gerektiğini anlatırım..

Çocuklar ellerine mandalinaları aldıklarında derim ki: 

 "Hediye paketi açmayı sever misiniz?

Bu meyveler sanki size gelen birer hediye. İlk defa ambalajını siz açıyorsunuz." diyerek dikkatlerini çekerim.

Çocuklar meyvelerini yedikten sonra sorarım: " Mandalinanın fiyatı ne kadar bilen var mı?"

Çocuklar birbirine yakın cevap verirler. 

Pazarda 30 ile 40 lira arasında... 

Sorarım: "Bu fiyat mandalinanın gerçek fiyatımı sizce" Biraz bekleyip devam ederim:

-Bir dostunuz size hediye olarak yirmibin liralık telefon alsa; hediyeyi kargo ile gönderse. Siz hediyeyi almak için 100 lira kargo ücreti ödeseniz, ödediğiniz ücret telefon ücreti mi kargo ücreti mi?

-Tabi ki kargo ücreti.

"Hah işte mandalina da böyle. Allah Teala bu meyvenin ağacını yetiştiriyor. Onun güneşini, havasını, yağmurunu gönderiyor. Topraktan besinini veriyor. Meyve çiçek oluyor, meyveye duruyor altı ayda onu büyütüyor, size gönderiyor. Fakat bunlardan ücret almıyor. Sizin ödediğiniz ücretin içerisinde bahçıvanın, meyve toplayan işçilerin, nakliyat yapan firmanın ve pazarcı esnafının emeğinin ücreti var. Yani kargo ücreti gibi. diyerek izah ederim..

"Bütün bunların karşılığında mandalinayı bize hediye eden Rabbimiz bizden ne istiyordur sizce?" diye sorarım. Öğrenciler genelde doğru cevabı verirler.

Ben de toparlarım... Evet dediğiniz gibi yerken O'nun adını anmalı, yedikten sonra da şükretmeliyiz."

Bir tane çekirdek alıp göstererek. "Çocuklar! Şu küçücük çekirdeğin içerisinde mandalina meyvesinin renk, koku, tat şekil dahil her şeyinin planı var. Ayrıca ağacın dallarının, yaprağının, gövdesinin köklerinin yani her şeyinin planı var değil mi?" diyerek onların tefekkür etmesine çalışırım. Sonra devam ederim:

"Allah Teala bir meyve ile bize gücünü, kuvvetini- kudretini, bilgisini gösteriyor. Rızık verici olduğunu ve merhametini gösteriyor." .

"Eğer siz Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız" Ayetini okuyup Allah'ın nimetleri ve çokluğu konusunda düşünmelerini teşvik ederim.

Ali USLU

FAYDALI BEŞ ŞEY

İslam büyükleri üç şeyin azaltılmasını, iki şeyin çoğaltılmasını veciz bir şekilde ifade etmişler...
*Gılletü’l- kelam: Az konuşmak.
*Gılletü’l- menam: Az uyumak.
*Gılletü’t- ta’am: Az yemek.
*Kesratü’z- zikr : Çok zikir.
*Kesratü’l- fikr:  Çok tefekkür.

SINIR İHLALLERİ

 "Bir sınır yoksa, hiçbir sınır yoktur" diye bir söz duymuştum.

İlk sınır ihlalinden sonra diğer sınırların kalkması fırsatlara, imkanlara ve zorda kalma durumuna göre değişir.

Her durum ve şartta ilkeli davranmak çok önemli bir meziyettir.

Ali USLU

KUL HAKKI

 Kul hakkının ne kadar önemli olduğunu hemen hemen herkes bilir. Fakat çok kimse bunu, birilerinin hakkını vermemek, malına el koymak, aldığını vermemek, noksan vermek, malına zarar vermek gibi maddi şeylerle ilgili olarak düşünür.

Halbuki kul hakkı dediğimizde yukarıdaki durumlardan başka, sıra beklerken birilerinin önüne geçmek, (Mesela hastanede sıra bekleyenler olduğu halde bir tanıdık vasıtasıyle diğerlerin önüne geçmek gibi)
Torpil yaptırarak başkasının hakkı olan yere yerleşmek (Bu arada torpil yapan da ayrıca kul hakkına girmiş olur)
İnsanları gereksiz yere rahatsız etmek:
Mesela ,arabada veya evde ses çıkaran aygıtların sesini fazla açarak insanları rahatsız etmek gibi.
Arabasını yayaların veya arabaların geçeceği yere park ederek onların geçişine engel olmak veya zorlaştırmak,
Kişilere iftira atmak, gıybetini yapmak, onunla alay etmek. onları kandırmak.
Kişilerin vücuduna zarar vermek.
gibi pek çok şey de kul hakkına girer
30/09/2024 -ALİ USLU - TAVŞANLI

RUHUMUZUN İHTİYAÇLARI

   Sultanbeyli’deki evinin 5. katından atlayarak hayatını kaybeden sosyal medya fenomeni Kübra Aykut’un yazdığı veda mektubu ortaya çıktı. Aykut mektubunda, “Hayatımdaki herkese çok iyi geldim. Ama kendime iyi gelemedim” ifadelerini kullandı. (Haber siteleri)

 Fenomenleri tanımam. Fakat bir vesile ile haberlerde çıkınca biz de ister istemez haberdar oluyoruz. İntihar eden bu fenomen vatandaşımızı da bu vesile ile tanıdım. İnternet kullanan pek çok gencimiz bu tür fenomenleri takip ediyor belki de onlara özeniyorlar. Muhtemelen onlarda gördükleri şatafatlı hayatları onları cezbediyor.

 İnsan denilen canlı, ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Bedenimize ne kadar bakarsak bakalım eğer ruhumuzun ihtiyaçlarını dikkate almazsak mutluluğu yakalayamayız. Huzursuzluktan başlayıp daha ilerisine kadar gider.

Ruhumuzun ihtiyaçlarının ilk sıralarında inanma ve ibadet etme ihtiyacı gelir. Bunu da doğru (sahih) bir şekilde yerine getirmek gerekir. Ra'd suresi 28. ayet üzerinde biraz düşünürsek meseleyi daha iyi kavramış oluruz inşaallah. "... Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."(Ra'd 28. Ayet) 

İnsanlar ya yaratıcısının buyruğunu dikkate alacak ya da çölde gördüğü serapları su zannedip giden kimse gibi seraptan serapa koşup ömrünü tamamlayacak bazen de bu seraplardan bıkıp hayat onun için anlamsız hale gelecek ve hayatı yaşamaya değer bulamayacaktır. Rabbim bizleri hem bedenimizin hem de ruhumuzun ihtiyaçlarının farkına varıp bu ihtiyaçları en doğru biçimde karşılayanlardan eylesin.




"MÜNAFIK" DEMEK

 MÜNAFIK DEMEK.

Bazı kimseler sosyal medyada ve normal konuşmalarında fikirlerini beğenmedikleri kişilere kolaylıkla "münafık" diyebiliyorlar.

Bu dini açıdan çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü:

* O kişi Allah katında münafık değilse bu çok büyük bir iftira olur

* O kişi münafık değilse, münafıklık sıfatı söyleyen kişiye döner.

* O kişi Allah katında münafıksa, söyleyene hiç bir faydası olmaz. Bundan dolayı sevap kazanmaz.

* Peygamber efendimiz münafıkların özelliklerini belirttiği halde kimseye şu münafıktır dediğini bilmiyoruz. (Sadece Hz. Huzeyfe'ye (R.Anh) münafıkların listesini bir sır olarak verdiğini biliyoruz. Ki O da bunları açıklamamıştır.)

* Ehl-i kıble tekfir edilemez. 

* Bu tür sözler İslam toplumunun içine fitne düşürür. Bu hem dini açıdan hem sosyolojik açıdan zararlıdır..

* Beğenmediğimiz görüşler usul dairesinde eleştirilmelidir.

* Sırf, bazı insanlar "münafık" dedikleri için Allah Teala kimseye münafık muamelesi yapmaz.

* Bu yazıyı yazarak ikaz görevimi yapmaya çalışıyorum.

Ali USLU - TAVŞANLI

AĞAÇLAR...

 Saat 20:00 civarı... Balkondayım...

Bir yandan çayımı yudumlarken diğer yandan önümüzdeki parkta bulunan ağaçları loş ışıkta seyrediyor ve tefekkür ediyorum. 

Ağaçlar... Nereye dikilmişse hayatı boyunca oradan ayrılmayan, canı hiç sıkılmayan, haline rıza gösteren canlılar...

Rızık endişesi taşımayan, rızık peşinde koşmayan, rızkını köklerinin bağlı olduğu topraktan, yağan yağmurdan, Güneş'ten, havadan alan varlıklar....

Aldığı rızıkların karşılığında, yaratıcısını tesbih eden, insanlar ve hayvanlar için oksijen ve temiz hava üreten, cinsine göre meyveler veren, sıcaklarda gölge olan varlıklar...

Bulunduğu yerleri güzelleştiren ve oralara değer katan varlıklar...

Hayatı sona erdiğinde yine işe yaramaya devam eden, inşaat işlerinde kullanılan, marangoz malzemesi olan, pazar sandıkları olan, araba kasası olan, süs eşyaları yapılan, yakıt olarak kullanılan varlıklar.

Ve muhal bir soru takılıyor aklıma: 

"Ya ağaçların tamamını kurutuverse Rabbimiz. Neler olurdu acaba? 

İnsanların ve hayvanların nefes almakta zorlandıklarını görür gibi oluyorum ilk başta. 

Sonra nefes almalar daha da zorlaşıyor. Ve... herşey git gide kötüleşiyor

Diyorum ki "sübhanallah... Rabbim sen hiçbir şeyi boş yere yaratmadın.

Bildiğimiz ve bilmediğimiz vermiş olduğun her nimet için ayrı ayrı hamdü senalar olsun"

06-09-2024 / Ali USLU

MESAFE

 Dervişin arkadaşı biraz sitemkar konuştu; Eski arkadaşlarının vefasızlığından, hiç arayıp sormadıklarından bahsetti.

Derviş arkadaşının sözünü kesmeden dinledi. Sonra sordu:

Aramızda ne kadar mesafe var? 

Arkadaşı mevzuyla alaka kuramadığı için biraz şaşırarak cevap verdi.

-Yaklaşık 1-1,5 metre vardır.

Derviş kalkıp biraz ileriye gitti. Yine sordu:

-Şimdi aramızda ne kadar mesafe var? 

"3-4 metre var" dedi arkadaşı.

Sonra biraz daha ileri gidip tekrar sordu:

-Ya şimdi ne kadar? 

Arkadaşı aynı şaşkınlıkla cevap verdi "6-7 metre vardır."

Derviş arkadaşının yanına oturup O'na dedi ki:

-Değerli arkadaşım! Gördüğün gibi üç farklı yerde aramızdaki mesafeyi sordum. Sen de yaklaşık olarak söyledin. 

Bilmiyorum hiç dikkat ettin mi?  Bu üç yerin her birinde benim sana uzaklığımla senin bana uzaklığın aynı idi.

Yani ben sana ne kadar yakınsam sen de bana o kadar yakındın. Ben sana ne kadar uzaksam sen de bana o kadar uzakdın. 

Veya şöyle de diyebiliriz: Sen bana ne kadar yakınsan ben de sana o kadar yakın idim. Sen bana ne kadar uzak isen ben de sana o kadar uzak idim. Öyle değil mi?

Derviş, mevzuyu değiştirmek için arkadaşına işiyle ilgili soru sordu. 

Arkadaşı dili ile cevap veriyordu lakin kafası hala dervişin mesafe ile ilgili söyledikleriyle meşguldü



MANŞET!

RÖPORTAJ

 https://youtu.be/Wo_cX-JKGWU?si=O2IpQY7RbOpsRdhV