BİR ÇOK ŞEYİN ZIDDI KENDİ İÇİNDEN ÇIKIYOR.


Düşündüm de bir çok şeyin zıddı kendi içinden çıkıyor. Tabi ki yapısında bazı değişiklikler yapılarak.
Mesela zeytinyağı bir yerimize bulaştığında onu suyla temizleyemeyiz. Fakat zeytinyağının içerisine onu sabuna dönüştürecek şeyleri koyarak sabun yaptığımızda, harika bir yağ temizleyici olduğunu görürüz.
Yine hidrojen elementinin yanıcı, oksijen elementinin yakıcı olduğunu biliriz. Bunlar bir araya geldiğinde yanma meydana gelirken aynı elementlerin formülü değiştiğinde söndürücü olan su haline geliyorlar. Bildiğimiz gibi iki hidrojen elementiyle bir oksijen elementini birleştirdiğimizde (H2O) su meydana gelir ki iyi bir söndürücüdür
 Gemilerde eskiden uygulanan farelerden kurtulma yöntemi de buna benzer bir sistemmiş. Gemiciler önce büyük bir fareyi canlı yakalayıp uzun süre aç bırakırlar sonra da yanına küçük ölü bir fare atarlarmış. Uzun zaman aç kalan büyük fare küçük fareyi yermiş. Daha sonra iyice acıktığında küçük canlı bir fareyi yanına atarlar bu sefer onu da yermiş.
Sonraları acıktıkça  yanına, her seferinde biraz daha büyük fare atarak onu fare yemeye iyice alıştırırlarmış. Fare yemeye iyice  alışan bu büyük fare, bir zaman sonra bir fare canavarına dönüşürmüş.
 Bundan sonra fareyi gemide serbest bırakırlarmış. Diğer fareler bu fareden korkmadıkları için canavar fare gemideki bütün fareleri zaman içerisinde temizlermiş.
Gerek İslam Tarihine baktığımızda, gerekse ülkemizin tarihine baktığımızda İslamiyet’e en çok zarar verenlerin dindar görünümlü fakat İslami safiyetini kaybetmiş yapılar olduğunu görüyoruz. Çünkü en tehlikeli düşman bize benzeyen düşmandır.

SELAMLAŞMADA BEDEN DİLİ











   Selamlaşmanın, dinimizde ve kültürümüzdeki önemini büyüktür. Ayrıca, selamlaşmanın insanlar arası iletişimde de önemli bir rolü vardır.
Selamlaşmak birbirimize dua etmek muhataplarımız için Allah Teala'dan güzel dileklerde bulunmaktır.
Peygamber efendimiz de "selam kelamdan öncedir" sözüyle bizlere söze selamla başlamayı öğütlemiştir.
Bu konudaki ayet- kerime ise şöyledir: “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın; yahut aynı ile karşılık verin...” (Nisa suresi/86)

Bu Ayet-i  Kerime ile ilgili öğrendiğim ve uyguladığım şeyler şöyleydi:
 Bir kişi bize selam verdiğinde  ya aynı sözlerle karşılık vereceğiz. Mesela:
Selamun aleyküm” diyen bir kişiye “Ve aleyküm selam” diyeceğiz.

Ya da daha güzel sözlerle cevap verceğiz. Mesela:
Selamun aleyküm “ diyene “Ve aleyküm selam ve rahmetullah ...”
“Selamun aleyküm ve rahmetullah “ diyene “Ve aleyküm selam verahmetullahi ve berakatüh ...” diyeceğiz.

Öğrendiklerimin doğru olmakla birlikte noksan olduğunu bir kaç yıl önce farkettim.

Çünkü muhatabımızla konuşmalarımızda sözün yanında beden dilinin de önemli olduğunu hepimiz biliyoruz.

Şöyle bir örnek vereyim.
Normal bir şekilde selam veren birisine, muhatabın yüzüne bakmadan asık suratla  “Ve aleyküm selam” diye selam alan birisi, verilen selamı aynı biçimde almış sayılır mı? Halbuki söz olarak aynı karşılığı verdi.

Diğer yönden kamuda çalışan bir kişiye, vatandaş gelip normal biçimde selam verdiğinde; o görevli şahıs, muhatabına bakıp güler yüzle ve rahatlatıcı bir ses tonuyla “Ve aleyküm selaaam. Buyurun.”  dediğinde ise, sözler aynı olmakla birlikte aslında daha güzel karşılık vermiş olur. diye düşünüyorum.
En doğrusunu Rabbim bilir.
Aslında Peygamber efendimizin uygulaması da her zaman hem söz hem tavır olarak güzeldi. Muhatabını rahatlatır ve ona değer verirdi.
Diğer yazılarımız için: www.aliuslu.net

HZ. SÜLEYMAN'I TANIYAN KARINCA


Kur’an-ı Kerim'in Neml (karınca) suresinde şöyle bir olaydan bahsedilir.
Hz. Süleyman kuşlardan, insanlardan ve cinlerden oluşan ordusunu sevk ediyordu. Karıncalar vadisine vardıklarında bir karınca (diğer karıncalara) bağırdı:Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu bilmeden sizi ezmesin.” Süleyman aleyhisselam bunu duydu ve tebessüm etti… (Neml/17-19)
(Bildiğiniz gibi Süleyman peygambere hayvanlarla konuşma, konuşmalarını anlama bilgisi verilmişti. (Neml/ 16))
Çocuklarımıza Kur'an mealinden bu kıssayı okuyarak, onlarla bu mevzuda sohbet ederek çevre bilincini geliştirebiliriz.
İlkokul ve ortaokul sınıflarına derse giren öğretmenler, özellikle Din Kültürü öğretmenleri, Kur’an mealinden bu bölümü çocuklara okutarak hem öğrencilerin Kur'an merakını teşvik etmiş olurlar, hem de üzerinde sohbet ederek öğrencilerin çevreye bilinçlerini geliştirebilirler.
   Çocukluğumda ve gençliğimde, karıncaları bir delikte rastgele yaşayan canlılar zannederdim. Bir kazı sırasında çıkarılan karınca yuvasını görünce hayran kaldım. Çok katlı apartman gibi  müthiş bir ustalık ve sanatkarlıkla yapılmış bir yapıydı.
 Daha sonra bu konudaki belgeselleri izlediğimde onların hem hayat düzenlerinin hem de yuvalarının çok düzenli olduğunu öğrendim. Tabiki bunlar Rabbimizin onlara verdiği ilham sayesinde oluyordu.
  Şimdi bu kıssadan kendi çıkardığım dersleri aktarayım. Sizler daha fazla dersler de çıkarabilirsiniz.
*Karıncaların (dolayısıyla diğer böcek türlerinin) kendi aralarında konuşma ve anlaşma şekilleri vardır.

   *Kuranda belirtildiği gibi onlar da bizim gibi birer ümmettirler.
   *Süleyman peygamberi ve ordusunu tanıyan karıncalar Allah Teala’yı elbette tanırlar.
   *Acaba bizi de tanırlar mı? Kanaatimce detaylı olmasa da tanırlar. Çünkü bir hadis-i şerifte iyi insanlar için sudaki balıkların, hatta yuvasındaki karıncaların istiğfar ettikleri belirtilir.
   *" Süleyman ve ordusu bilmeden sizi ezmesin" ifadesinden, kendini bilenler kimselerin bile bile bir karıncayı ezemeyeceklerini anlıyorum.
   *K.Kerimde karınca anlatıldığı halde, mevzuun sadece karıncadan ibaret olmadığı, onun örnek olarak verildiği, aslında yeraltında yaşayan diğer böcek türlerinin de karıncalar gibi olduğunu düşünüyorum.
*Bunları çocuklarımıza güzelce anlattığımızda çocuklarımız için karıncalar,karınca yuvaları ve diğer böcek yuvaları eğlence aracı şeyler olmaktan çıkıp ibret alınacak canlılar ve mekanlar olacaktır.
* Böcek yuvasını veya karınca yuvasını bozmayı şu örnekle anlattığımda çocuklar daha iyi anlıyorlar.
"Diyelim ki siz bir köyde yaşıyorsunuz. Köyünüze, size göre öyle büyük yaratıklar geliyor ki bir  tanesinin ayakları  sizin köyü kaplayacak büyüklükte. (Normal bir yetişkinin ayakkabısının altına binlerce karınca sığabilir.)
Sizi çok küçük birer canlı olarak görüyorlar ve önemsemiyorlar. Hatta bağırmalarınızı bile işitmiyorlar. Eğlence olsun diye evlerinizi tekmeliyorlar. O yaratık bir tekmede bir evi ve binlerce insanı telef edebiliyor."
 Bu durumda siz neler hissederdiniz? İşte bizler de karıncaya oranla çok büyük yaratıklarız. "Diye çocukları düşünmeye sevk edebiliriz.



HAYDİN KURTULUŞA

Gençliğimde ezanın sözleri ve manaları üzerinde düşünürdüm. Ezandaki her bir cümlenin anlamından etkilenirdim fakat; “Hayye alel felah” yani “ haydi kurtuluşa” cümlesi beni daha çok etkilemişti.

Ezanın kurtuluş vesilesi olarak çağırdığı şey elbette namaz ibadetiydi. Peki, bu ibadet hakkıyla yerine getirilince, kişi nelerden kurtulurdu acaba?
Aklıma gelenleri söyleyeyim. Sizler ilave edebilirsiniz.
Stresten kurtuluş.
Bunalmışlıktan, bezginlikten kurtuluş.
Hayatın anlamsızlaşmasından kurtuluş.
Kendini güvende hissedememekten kurtuluş, tasalardan kederlerden kurtuluş.
Bize hayatı zindan eden hırs ve tutkularımızdan kurtuluş.
Kıskançlıklardan ve çekememezlikten kurtuluş.
Her türlü şehvetten ve duygularımıza esir olmaktan kurtuluş.
Yalnızlık duygusundan, gelecek endişelerinden kurtuluş.
Kendini, dünyanın merkezine oturtup, her şeyin ve herkesin kendisi için birer teferruattan ibaret olduğunu düşündüren bencillikten kurtuluş.
Kendini beğenmişlikten ve kibirden kurtuluş.
Kinden, nefretten kurtuluş.
Vicdansızlıktan, merhametsizlikten kurtuluş.
Başarıyı, hayatın tek gayesiymiş gibi düşünme yanılgısından kurtuluş.
En önemlisi belimizi büken, içimizi karartan günahlardan kurtuluş.
Ahirette ise cehennemden kurtuluş.
Bunları çoğaltabiliriz.

Namazın dünyada da Ahirette de faydası var.
 Dünyadaki faydasını şöyle düşünürüm. Havadaki nem oranının yüksek olduğu sıcak ve tozlu bir günde dolaşıyorsunuz, terliyorsunuz, her tarafınız yapış yapış oluyor. Bu durumda duş almak sizi ne kadar rahatlatırsa, namaz da öyledir. İnsana iç huzuru verir. Arınmışlık duygusu verir. Rahatlatır.
Sevgili Peygamberimiz namaz vakti geldiğinde Bilal-i Habeşi hazretlerine: “Erihna Ya Bilal/ Haydi Bilal bizi rahatlat.” diyerek ezan okumasını istermiş.
Kur’an-ı Kerim’in Mü’minun Suresinin ilk ayetlerinde, hakkı verilerek kılınan namazların mü’minlerin kurtuluşuna vesile olduğu haber verilmiştir.
Başka bir ayette ise: “Ve namazı dosdoğru kıl, çünkü namaz insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut/45) buyurularak namaz ibadetinin faydaları anlatılmıştır.
Gözlemlerime göre, insanların çoğu mutsuz ve tatminsiz. Zengini de yoksulu da mutsuz. Büyüğü de küçüğü de mutsuz. Birçoğunda gelecek endişesi var.
Birçok kişi başarıya odaklanmış. Hedefindeki başarıyı yakalayamayanlar zaten mutsuz. Hedefine ulaşanlar ise kısa bir zaman sonra aradığı mutluluğun orada olmadığını farkediyorlar ve mutsuz oluyorlar ya da yeni bir hedef koyarak o hedefe ulaşmak için didiniyorlar.
İşte ezandaki “haydi kurtuluşa”  çağrısını bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.
Bu kurtuluş çağrısı ne kadar da önemli değil mi; zamanımızın mutsuz ve stres topu haline gelmiş insanları için…

ÇOK SORULAN BİR SORU

Bize çeşitli ortamlarda en çok sorulan sorulardan birisi şudur:
Allah Teala, Kur’an-ı Kerimin değişik ayetlerinde, mealen “Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini saptırır.” buyuruyor(bakınız: İbrahim suresi/4, Müddessir /31). Bu durumda saptırdığı kişileri sorumlu tutmasını nasıl izah ediyorsunuz.
 EL-CEVAP: K.Kerim’de, bir konuda birden fazla ayet varsa, tek ayete göre karar verip yorum yapmak bizi yanlışa götürebilir. Çünkü, konuyla ilgili ayetlerin bazıları diğer ayetleri açıklıyor olabilir. Bundan dolayı konuyla ilgili diğer ayetlere ve varsa sahih hadislere de bakmak gerekir.
İşte yukarıdaki soruyla ilgili K.Kerimde değişik ayetler vardır. Mesela İsra suresi 15. Ayette :”Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de hidayetten saparsa kendi zararına sapmış olur…”
Kehf suresi 29 da: "De ki hak Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin..."
 Ra’d suresi 27.ayette: “ … De ki şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Kendisine yönelenleri de hidayete ulaştırır.”
Zümer suresi/3 de: “Şüphesiz ki Allah yalancı ve inkarcı kişiyi hidayete ulaştırmaz."
Mü’min/28 de:"…muhakkak ki Allah, haddi aşan yalancı kimseyi hidayete ulaştırmaz.” buyurulur.
 Ayrıca birçok ayette Allah Teala, zalim ve fasık toplulukları hidayete ulaştırmayacağı hatırlatılıyor.
 Bilmemiz gereken en önemli şeylerden birisi Allah Teala’nın “ el- Hakim” olmasıdır. Yani yaptığını bir hikmete binaen yapmasıdır. O’nun hidayet dilemesi de ,saptırmayı dilemesi de bir sebebe ve hikmete göredir.
Yukarıdaki Ra’d /27 de (ki aynı mevzu Şura/13 de de vardır) Allah Teala’nın kimlere hidayet dilediğinin hikmeti açıklanıyor.
 Peki, bize bildirilen hikmet neymiş? Allah’a yönelmek"
 İsra  15. ve Kehf 29. ayetlerde bildirilen kişinin hidayete ermesi veya sapmasındaki sebeplerden birisi ve bunun hikmeti neymiş? "Kişinin tercihleri ve bu konudaki gayretleri."
 Yani kimseye torpil yok. Kişi özgür iradesiyle hidayet yolunu tercih edecek (İsra/15) ve Allah’a yönelecek. Rabbimiz de hidayeti nasip edecek.
 Meryem suresi 76 da “Allah, doğru yola gidenlerin hidayetini artırır….” buyurarak hideyette kalmanın kendi tercihimizle alakasını bildiriyor.
 Peki saptırması nasıl oluyor?
 Bu konuda yukarıda belirttiğimiz İsra 15 ve Kehf 29. ayetler yanında, Bakara suresi 26. Ayetin son bölümü bize ışık tutar:
 “…onunla Allah ancak fasıkları saptırır.” Fasık ne demek yoldan çıkan demek. (Hem yoldan çıkanlar hem de dinden çıkanlar için kullanılır.)

Allah Teala’nın bir kimseyi saptırmasının hikmeti neymiş?
O kişinin, dalalet yolunu tercih etmesi (İsra/15) ve özgür iradesiyle fasıklığı tercih etmesidir. Yoldan çıkmasıdır.
Ayrıca:
İbrahim suresi/27 de : “Allah zalimleri (haksızlık yapanları) saptırır.
Mü’min suresi /34 de: “…işte böylece Allah, müsrif (haddini aşan,sınır tanımayan) şüpheciyi saptırır”
Mü’min suresi/74 de: “işte Allah kafirleri böylece saptırır.” buyuruyor.
 Buradaki “saptırır” ifadesini sapıklıkları içinde bırakır diye yorumlayan müfessirler de var.
 Ahzap/36 daki : “Kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” Ayetiyle bazı davranışlarımızın bizim sapmamızın nedeni olduğu açıklanır.
Hz. Musa (AS)ın kavminden bahseden Saf suresi 5. ayette "...Ne zaman ki  onlar doğru yoldan saptılar, Allah da kalplerini saptırdı. Allah fasıklar topluluğunu doğru yola iletmez." buyurarak niyetlerimizin ve davranışlarımızın kalplerimizin sapmasında ve hidayetinde ne derece önemli olduğunu bize bildirmiştir.

BİR HADİS-İ ŞERİF VE ORMAN YANGINI



Havaların sıcak, her yerin kuru olduğu bir mevsim düşünelim.

Ormanda yapılan küçük bir dikkatsizlik veya ihmal hektarlarca ormanın kül olmasına sebep olabiliyor değil mi?

Halbuki, o ormanın yetişmesi için kaç on yıl geçti, Allah bilir. Yani, yıllar içerisinde oluşan servet küçük bir ihmal sonucu bir haftada heba olabiliyor.

Bunlar bildiğimiz ve dikkat etmemiz gereken mevzular. Bunu anlatmadaki  asıl niyetim, bu vesile ile bir Hadis-i Şerifi hatırlatmak ve üzerinde düşünülmesini sağlamak.
Sevgili Peygamberimiz bizi şu mealde uyarıyor:
Hasetten (kıskançlıktan) sakınınız. Çünkü, ateşin odunu yakıp tüketmesi gibi, kıskançlık da iyilikleri yer bitirir.
Hadis-i Şerifteki  kıskançlıktan maksadın eşlerin birbirini kıskanması değil, kişilerin birbirini çekememesi olduğunu herhalde anlamışsınızdır. (Gençlerimizin bir kısmı kıskançlık deyince eşlerin birbirini yabancılardan kıskanması olarak anlıyorlar.)
 BU HADİS-İ  ŞERİFTEN ÇIKARDIĞIM DERSLER:
1-Haset duygularına yenik düşen kimseler ahirette büyük sürprizlere karşılaşabilirler.
Amel defterlerine baktıklarında, işledikleri bir çok iyiliğin, güzel davranışın, ibadetlerin yazıldığını gördükleri halde; sevapların yazıldığı yerde hasetleri sebebiyle sevapların bir bölümünün veya tamamının iptal edildiğini görüp hayıflanacaklardır.
 2-Seneler içerisinde oluşan ormanlar nasıl ki kısa bir sürede yok oluyorsa, uzun zaman içerisinde kazandığımız iyilikler de, haset sebebiyle çok kısa zamanda mahvolabilir.
  HASET (KISKANÇLIK) NEDİR?
Başkasındaki beğenilen bir durumu (servet, makam, bilgi, hayat tarzı, fiziki özellikler gibi) içine sindirememek, hatta onun o kişinin elinden gitmesini arzulamaktır.
  Haset ikiye ayrılır.
 1-Olmayanların olanları kıskanması. Öğrencilerden örnek verecek olursak, başarısız öğrencinin başarılı öğrenci için “Ben düşük not aldım o da düşük alsın.” diye düşünmesi.
 Veya arabası olmayan kişinin “Benim yok onun da olmasın!” diye düşünmesi ve bunu arzulaması örnek olarak verilebilir.
 2-Olanların olmayanları kıskanması:
Yine öğrencilerden örnek verecek olursak,” Bu sınıfta tek ben yüksek not alayım başka kimse almasın.” diye düşünmesi ve arzulaması.
Araba meraklısı bir kişinin “Bu beldede bu arabadan sadece bende olsun başkasında olmasın.” diye düşünüp onu arzulaması da buna örnektir.
 KİMLER KİMLERİ KISKANIR:
 Birbirlerini tanımayan kimseler birbirlerini pek kıskanmazlar. Ancak tanıdık kimseler birbirlerini kıskanabilirler.
 Bu noktada,  akrabalar, komşular, arkadaşlar ön sıralardadır.
 Kıskançlığın maneviyatımız açısından ne kadar zararı olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım.
 Kıskanç kişileri nasıl tanıyabiliriz? İçimizdeki kıskançlık duygusunu nasıl dizginleyebiliriz?
Bunların cevabını, yazıyı fazla uzatmamak için inşaallah başka bir yazıya bırakalım.

NASİPSİZLER


Denizlerde gördüğüm dubalar hep dikkatimi çekmiştir. Aylarca suyun içerisinde kaldıkları halde içlerine gram su almazlar. Gerçi onların görevini yapabilmeleri, içlerine su almamakla alakalıdır.

Bazı insanlar da dubaya benziyorlar. Çok güzel bir ortamda uzun süre bulunmalarına rağmen o güzelliklerden hiçbir şey almayabiliyorlar.


Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh ve Hz. Lut peygamberlerin hanımlarını örnek verir. Bu iki bayan Peygamberlerin hanımları oldukları, onlarla aynı evi paylaştıkları halde iman etmemişlerdi.(Bknz: Tahrim/10)
Ama Firavun gibi inançsızlıktan öte tanrılık taslayan bir adamın karısı ise iman etmiş bir kadındı.(Bknz:Tahrim/11)

Aynı şekilde Hz. Nuh’un oğullarından birisinin ve Hz. İbrahim’in babası Azer’in iman etmediğini Kur’an’dan öğreniyoruz.
Peygamber efendimiz zamanında da öyle olmadı mı? Onun yakınında yıllarını geçiren bazı arkadaşları, komşuları hatta akrabaları ondan hiç nasip alamadığı halde, Selman-ı Farisi hazretleri gibi bazı sahabiler başka memleketlerden gelerek istifade edebilmişler.
İlahi olarak da bestelenmiş bir şiirde de denildiği gibi (Şiir Ahmet Soyyiğit'e aitmiş)       "Kimi, Ahmet seni uzaktan tanır.
Kimi yakınından kör olur geçer."
Demek ki güzelliklerden istifade edebilmek için güzel bir ortamda bulunmak yetmiyor, alıcıların da açık olması gerekiyormuş. Biraz gayret gerekiyormuş.

Ra’d suresi 27. Ayette de buna işaret ediliyor ve Allah Teala’nın, O’na yönelenlere hidayet vereceği ifade ediliyor.
Dünyanın dört bir yanından, maddi ve manevi nice fedakarlıklar yaparak Kabe’ye yüz sürmeye gelen milyonlar olduğu halde, Mekke ve civarında doğup büyüyüp hiç Kabe’yi görmeden ölen nasipsizler varmış.
Şu anda ismini hatırlayamadığım bir öğretim üyesinin hatırasını okumuştum. Özet olarak anlattığı şuydu:
Ülkemizden Hacc veya umre için Mekke’ye giden bu öğretim üyesi , orada Kabe’ye gitmek için bir taksiye biner. Yolda muhabbet esnasında taksici on dört yıldır Mekke’de yaşadığı halde bir kez bile Kabe’ye gitmediğini söyler. Hoca çok hayret eder. Bu mevzuyu çeşitli yerlerde dile getirir. Konuşmalar esnasında Mekkeli olup da hiç Kabe’yi görmeden hayatından geçenler olduğunu da öğrenir.
Rabbimiz bizi çevresi güzelliklerden oluşanlardan ve o güzelliklerden istifade edenlerden eylesin

DERVİŞ VE GÖKYÜZÜ


 Köyüne olan özlemi günden güne artan derviş, bir yaz günü çocukluğunu geçirdiği köyüne gitti. Babadan kalan mütevazi evde  bir kaç gün kalıp, akraba ve dostlarını görmek, hem de eski anılarını tazelemek  istiyordu.


Yatsı namazını camide kıldıktan sonra bir kaç dostuyla birlikte, harman yerine gittiler. Dervişin yaz akşamları en çok sevdiği yer burasıydı.
    Çocukluğunda ve gençliğinde  arkadaşlarıyla çimenin üzerine uzanırlar gözleriyle gökyüzünü izlerlerken  arkadaşlarıyla sohbet ederlerdi.
Dervişin çocukluğundan itibaren burada en çok dikkatini çeken şey, gök yüzündeki yıldızlar olurdu.
Hele yalnız olduğunda, uzun müddet gökyüzüne bakar, gözleri yıldızları temaşa ederken hayallere dalardı. Bazen de yıldızların uzaklığını düşünürdü. O zamanlar yıldızları küçük birer ışık olarak düşünürdü.

    Arkadaşlarıyla harman yerine vardıklarında müsaade isteyip çocukluğundaki gibi yatmak istediğini söyledi. Hep beraber sırt üstü yatıp gök yüzünü seyre daldılar.
Arkadaşlarıyla sohbet ederken bir ara sohbetten koptu gökyüzünün ahengine kendini kaptırdı.

Küçükken küçük birer ışık olarak düşündüğü yıldızların güneş büyüklüğünde hatta güneşten çok daha büyük birer ateş kütlesi olduğunu düşündü. Şu anda gördüğü bazı yıldızların  ışığının dünyamıza birkaç bin yılda ulaşabildiğini düşündü.

Vakıa Suresi'ndeki  yıldızlarla ilgili ayeti düşündü. Mealen  “Yıldızların yerlerine andolsun ki siz bunun ne kadar büyük bir yemin olduğunu keşke bilseydiniz.” diyordu. 

Yıldızların yerlerini düşündü. Kafası bir noktaya geldi duracak gibi oldu.
Ezberindeki şu iki ayet mealini düşündü.

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır.(Âl-i İmrân : 190)"

"Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!(Âl-i İmrân : 191)"

Uzay bilimleriyle ilgili bir dergide uzayla ilgili bilgiler okurken  özet olarak şunları öğrenmişti.  Evrende tahminen üç yüz milyar galaksi vardır. Her galakside iki yüz milyar yıldız vardır. İşte Güneş de bu milyarlarca  yıldızdan sadece birisidir. Yıldızların bir çoğu da Güneşten oldukça büyük kütleye sahiptirler. Güneşin hacmi bir milyon dünyayı içine alacak büyüklüktedir.
Galaksilerin büyüklüğünü de şöyle öğrenmişti. Mesela Samanyolunun çapı yüz bin ışık yılı. Yani saniyede 300 000 km hızla gidilirse 100 000 yılda bir tarafından öbür tarafına varılabiliyordu. Halbuki aynı ışık bir saniyede Dünyanın etrafını 7.5 kez dönüyordu. Ve bu galaksimiz evrene oranla çok küçük kalıyordu.
Derviş önce milyarlarca galaksiyi hayal  etmeye çalıştı. Her bir galaksi hareket halindeydi.
Sonra bir galaksiyi ve oradaki milyarlarca yıldızı hayal etmeye çalıştı. Yıldızlar da sistem olarak galaksinin içinde hareket ediyorlardı. Hiç biri diğerine çarpmadan hareket ediyordu.
Sonra bu yıldızlardan bir tanesi olan Güneşi ve Güneş Sistemini düşündü. Güneş sistemindeki gezegenler de hareket halindeydi. Gayr-i ihtiyari "Sübhanallah; Allah'ım ne kadar mükemmel  yaratmışsın." dedi.
Sonra bu sistemde bir gezegen olan dünyayı düşündü. "Koca Dünya" diyorlardı ona, ama galaksilere göre büyüklüğü bir nokta kadardı. Dünya da hareket halindeydi. Hem kendi ekseninde hem de Güneşin etrafında dönüyordu. Evrende gözüyle görebildiği bütün cisimlerin atomlardan meydana geldiğini  ve atomlardaki elektronların da hızla döndüğünü düşündü.
 Aslında her şey hareket halindeydi fakat insan farkedemiyordu. 
Dünyadaki ülkeleri , kendi ülkesini düşündü.  Sonra yaşadığı yeri düşündü. Sonra da kendisini düşündü. Kendisini ve yaşadığı yeri hacim olarak evrene oranla sıfır olarak düşündü.
Fakat bütün  evrenin insana hizmetine verildiğini düşününce kendisini değerli hissetti.
Kendini toparlayıp söylediklerini hayalinde canlandırarak şöyle tesbihatta bulundu:
"Allahım! Yarattığın galaksiler sayısınca Sübhanallah.
Her galaksideki yıldızlar ve gezegenler sayısınca Sübhanallah.
Bu yıldız ve gezegenlerdeki atomlar sayısınca Sübhanallah.
Her atomun elektronları sayısınca ve onların hareketleri sayısınca Sübhanallah.
Kainattaki seni tesbih eden canlı-cansız varlıkların tesbihatı adedince Sübhanallah."


ÇOCUĞUNUZ VEYA ÖĞRENCİNİZ DEDİKLERİNİZİ YAPMIYOR MU?


Kırlarda gezerken dikkatinizi çeken çok güzel çiçekler görmüşsünüzdür mutlaka. Yanına varıp uzun uzun seyretmişsinizdir belki de. Ne güzel rengi var, ne harika şekli var, ne hoş kokuyor, demişsinizdir…
Veya bir bahçede dolaşırken harika meyveler görürsünüz; rengiyle, tadıyla kokusuyla ve şekliyle sizi cezbeder.
Bahçemizde ve evimizde yetiştirdiğimiz çiçekler de böyledir. Bazen güzellikleri büyüler bizi.
Hepimiz biliriz ki bizim hoşumuza giden meyveler, bizi büyüleyen çiçekler, bütün bu güzellikler bir anda oluşmamıştır.
Yetişmeleri için hem belli bir zamana ihtiyaç vardır. Hem de yetişmeleri için uygun ortam ve şartların oluşması gerekir.
Söz gelimi, yetiştiği toprağı, zamanında verilen su ve gübresi, güneşle olan irtibatı, hava ile olan teması, ilacı vs; bunların her birinin o bitkinin güzel yetişmesinde payı vardır.
Bu durumun tersi de mümkündür. Meyveleri gerektiği şekilde büyüyememiş, eciş bücüş meyvesi olan bir ağacı gördüğümüzde veya yapraklarının bir kısmı sararmış bir kısmı da dökülmüş bir çiçek gördüğümüzde onunla ilgili problemlerin olduğunu düşünürüz.
Mesela, susuz kalmış olabilir. Gerekli bakımı yapılmamış olabilir. Güneşten gerekli istifadeyi temin edememiş olabilir. Veya buna benzer bitkinin ihtiyacı olan başka şeyler eksik kalmış olabilir.
İnsanlar da bir yönüyle bitkilere benzerler. Yolda, davranışları hoşumuza gitmeyen, konuşma adabı ve davranışları bozuk gençleri gördüğümüzde,
okulda öğrenciye yakışmayan davranışlar sergileyen öğrenciler gördüğümüzde bilmeliyiz ki, bu davranışlar birkaç günde oluşmuş şeyler değildir. Bir geçmişi vardır.
Ya verilmesi gereken manevi gıdalar tam verilememiştir. Allah ve peygamber sevgisi, vatan sevgisi ve anne babaya hürmet gibi... Ya da çocuk sevgi, saygı, merhamet ve şefkat gibi değerlere susamıştır. Fakat, yetiştiği ortam da bu değerler açısından kurak olduğu için onun güzel yetişmesi mümkün olmamıştır.
Veya işin içinde başka sebepler vardır; ama mutlaka bir sebebi vardır.
Bahçıvan, ağaçlar istenilen miktar ve kalitede meyve vermediğinde önce sebeplerini araştırır. Tesbit ettiği noksanlıkları gidermeye çalışır. Tesbit edemediyse bu işi bilenlere danışır ve bilmediği noksanları gidermeye çalışır.
Ağaçları suçlamaz. Suçlasa da zaten bir şey değişmez.
Evinde çiçek yetiştiren , çiçeklere düşkün bir hanım, çiçekleri solmaya, sararmaya başladığında sebebini araştırır. Suyu fazla mı geldi? Az mı geldi? Toprağı mı değişmeli? Yoksa parazitler mi sarmış, ilaç mı verilmeli? Veya başka şeyler mi yapmalı; araştırır ve çaresini bulmaya çalışır.
Aynen bunun gibi bir öğrencinin veya çocuğun yanlış davranışları görüldüğünde onu suçlamak bir işe yaramaz. Bir işe yaramadığı gibi o davranışın pekişmesine de yardım edebilir.
O davranışa sebep olan şeyleri bulmak ve mümkün mertebe noksanlıkları gidermeye çalışmak olumlu yönde gelişmesine yardım eder.
Bir de şuna dikkat etmek gereklidir: “Bu çocuğu defalarca uyardığım halde hala öyle yapıyor.” diye suçlarız çoğu kez.
Halbuki davranışla ilgili bilgileri öğrenmek çok kısa bir zamanda olurken, onun davranış haline dönüşmesi uzun zaman alabilir.

Hem unutulmaması gereken şey 10-15 senede yerleşen kötü bir davranış bir kaç günde birkaç nasihatle değişebilir mi? 
İstenilen ürünü vermeyen bir meyve ağacının gerekli bakımını yaptığımızda meyveleri hemen düzeliyor mu? Çoğalıyor mu? Elbette hayır.
Bu, gelecek yıllar için yatırımdır. İnsan davranışları ile ilgili de kısa zamanda sonuç beklememek gerekir.
Kuran-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz Hz. Meryem’le ilgili şöyle buyurur: ”…Ve (Rabbi) onu (Meryem’i) güzel bir bitki gibi yetiştirdi.” ( Al-i İmran / 37. Diyanet Vakfı Meali)
Buradan da anlıyoruz ki insan yetiştirmek bitki yetiştirmek gibi özen ister.
Bitkilerin bakımını yaptıktan sonra neticesini almak için nasıl bir müddet bekliyoruz; aynen onun gibi; insanlara yaptığımız eğitimin neticesini de hemen beklememeliyiz.
Biraz sabır göstermeliyiz.

MEZHEP VE MEZHEPÇİLİK

*Eğitim öğretimle, sünni bir müslüman şii veya şii bir müslüman  sünni olur mu? Yani mezhebini değiştirir mi?
-Çok az istisnalar hariç biraz zor. Yani olmazlar.
*Eğitimle sünni  müslümanlar şiilere, şii müslümanlar sünnilere düşman edilebilir mi?
-Elbette… Hem bu kısa zamanda bile yapılabilir.
*Mezhep mensupları birbirlerine düşman olduklarında hangisi kazanır?
-Hiç biri kazanmaz, ikisi de kaybederler. Ancak ortak düşmanları kazanır.
*Yüz yıllardan beri sünni-şii kavgası olan yerlerde hangisi kazanmıştır?
-Hiç biri kazanmamıştır. Hatta nefret ve düşmanlık o hale gelmiş veya getirilmiştir ki, birbirlerinin camilerini bombalayacak hale gelmişlerdir.
SONUÇ:
1-Mezhep eğitim ve öğretimine evet, mezhepçilik eğitim–öğretimine hayır.
2-Kim karşı tarafı düşman göstererek veya onlara nefreti aşılayarak mezhepçilik yapıyorsa bilerek veya bilmeyerek müslümanların düşmanlarına yardım etmektedirler. Kendi memleketinin zararına çalışmaktadır.
3-Son yıllarda memleketimizde de(resmi olmayan bazı kurumlarda) karşı tarafa nefret telkin eden  mezhepçilik söylemlerine şahit olduğumdan bu uyarı yazısını yazdım.

KAPICI


Yıllar önce bir gazetede, İstanbul’daki sitelerde çalışan bazı kapıcılarla yapılan röportajları okumuştum. ”Unutamadığınız, size çok ilginç gelen bir olayla karşılaştınız mı? ” sorusuna, bir kapıcının verdiği cevabı bugün gibi hatırlıyorum.
Apartmandaki dairelerden birinde eşi vefat etmiş, zengin ve kültürlü bir bey oturuyormuş. Bu beyin, iki oğlu bir kızı varmış. Hepsini de okutmuş, eğitimlerinin önemli bir kısmını yurt dışında yaptırmış. Üçü de kendi branşlarında profesör olmuşlar.
 Kız, Türkiye’den birisiyle evlenerek ülkemize dönüş yapmış ve iş hayatını da Türkiye'de devam ettirmiş. İki oğlu yurt dışına yerleşmişler.
Bir gün adamcağız hastalanmış ve hastalığı bayağı ilerlemiş. Ne oğullarından ne de kızından ve torunlarından kimse gelip gitmiyor. Hastalık iyice ilerleyince hasta adam kapıcıyı çağırıyor, kendisini iyi hissetmediğini ve kızına haber vermesini, rica ediyor.
 Kapıcı, kızın çalıştığı yere haber gönderiyor. Bir kaç gün sonra adamın damadı geliyor ve kayınpederinin yanına çıkmıyor. Kapıcıya bir telefon numarası bırakıyor. “Bir durum olursa bu numaraya haber verin.” diyor ve gidiyor.
 Bu olay kapıcıyı etkilediği gibi beni de çok etkiledi. Peygamber efendimizin, dünya durdukça insanlar için çok önemli olan hadis-i şerifini hatırladım.
Hiç bir baba çocuğuna, güzel ahlak ve terbiyeden daha iyi bir miras bırakamaz
Hamdolsun bütün çocuklar böyle değildir. Birkaç yıl önce şahit olduğum güzel bir olayı anlatayım. İşyeri Ankara’da olan bir dostumun Tavşanlı’da oturan babasının hastalığı ilerlemişti. Doktorların söylemesine göre nefeslerini tamamlıyordu.
O arkadaş, biri üniversitede okuyan, diğeri üniversiteye hazırlanan oğullarına şöyle dediğini aktardı. “Evladım sen üniversiteye hazırlanıyorsun. Üniversite bir sene sonra da kazanılabilir.” Öbür oğluna da, “Bak oğlum üniversite bir sene uzasa bile insan hayatında çok şey kaybetmiş sayılmaz. Ama dedeniz son zamanlarını yaşıyor ve hastanede bizim ilgimize muhtaç. Gelin ona karşı son vazifelerimizi bir yerine getirelim. Diğerlerinin acelesi yok.”
Kendi işiyle ilgili de bir çok yeni işi geri çeviriyor ve “Para her zaman kazanılabilir, fakat babamıza hizmet etme şansımız olmayabilir.” diyordu.
Babasının yanına çocuklarıyla beraber geldiler. Bir buçuk ay gibi bir zaman çocuklarıyla beraber babasının başında hastanede beklediler. Vefatından sonra defin işlemlerini vs. tamamladıktan sonra işlerinin başına döndüler. Bu arkadaş peygamber efendimizin,
Allah’ın rızası ana-babanın rızasındadır.” Hadis-i Şerifini biliyordu. Bir de şu ayeti iyi biliyordu ve bilincine varmıştı.
Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti…”(İsra /23)
Not: Arkadaşın oğullarının ikisi de üniversiteyi bitirdi ve ikisinin de güzel işleri var.

MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...