BİR MECZUBUN CENAZE TELKİNİ

Gaziantep’te Salih isimli bir meczup bir keresinde, cenaze defnedilirken toprak atanları durdurup:

"Durun! Ben bir telkin vereceğim sonra toprak atarsınız, sonra da hocaefendi telkinini verir" diyor

Kabre eğiliyor ve herkesin duyacağı biçimde kabre doğru bağırıyor:

“Haram yemedin de, yalan söylemedinse, namazını kıldın orucunu tuttunsa fazla telaşe lüzum yok.

Burda verdinse orda alırsın. Burda aldınsa orda verirsin.” deyip kalkıyor ve

“Tamam şimdi toprak atabilirsiniz “ diyor.

(Mehmet Akgül hocanın videosundan nakil)

Not: Tahminime göre bu meczup ölüye değil, oradaki dirilere telkinde bulunmuş,(AU)

 

ÖĞRENCİYİ SAF ZANNEDEN HOCALAR…

   1991 veya 92 yıllarıydı. Çalıştığım lisede bir öğretmen arkadaş sene başında öğrencilerine, ödev notunu defterlerden vereceğini söylemiş. Zamanı gelince haftaya defterlerinizi getirin diye tembihlemiş.

Osman isimli öğrencim, başından itibaren defterini düzgün tutmuş. Celal isimli farklı sınıftaki öğrencim ise defter tutmamış rastgele yerlere yazmış. Celal, öğretmen defterleri isteyince Osman’ın defterini almış ve defterin hepsini geçirmek zor olduğundan bazı yerleri atlayarak yeni bir defter oluşturmuş. Acele yazıldığı için de biraz üstünkörü olmuş. Öğretmenin istediği gün defterlerini teslim etmişler.

Buraya kadar anormal bir durum yok öğrenci psikolojisi. Asıl buradan sonrası önemli.

 Öğretmen notlarını vererek defterleri geri vermiş. Osman’ın tam ve düzgün defterine hoca onluk sisteme göre (6-altı) verirken Celal’in üstün körü hazırlanmış defterine aynı hoca (9-dokuz) vermiş. Tabii öğrenciler sebebini de tahmin etmişler.

Osman, defterinin kapağına, Milli Gazetenin başlığındaki “Hak Geldi Batıl Zail Oldu” logosunu yapıştırmış. Celal ise, defterinin kapağına, Ahmet Kaya’dan bir dörtlük yazmış.

Aslında Osman ve Celal arkadaşlar ve aynı dünya görüşe sahipler. Fakat Celal, hocanın ideolojisine uygun yazı yazmış.

Bana defterlerini getirdiklerinde alaylı bir gülümseme vardı yüzlerinde. Defterlere baktığımda benim de yüzümde acıyla karışık bir gülümseme oldu o kadar.

Muhtemelen bu olayı arkadaşlarına da anlatmışlardır.

Düşünüyorum da, bu arkadaş derslerinde, haktan, adaletten, dünyadaki haksızlıklardan bahsettikçe öğrencilerin bir çoğu birbirlerine bakıp bıyık altından gülmüşlerdir.

28/09/2021 ALİ USLU TAVŞANLI

 

AMAN DİKKAT!

Çocuklarımıza hedef gösterirken, onları motive ederken, önce iyi bir insan (güzel ahlaklı, vatanını milletini seven, manevi değerlerimize bağlı) olması vurgulanmalı,

sonra ne olacaksa (iyi bir doktor, iyi bir mühendis, iyi bir işadamı vs.) olması vurgulanmalıdır..

Sadece ikinci bölüm vurgulanıp yönlendirildiğinde, belki istediğiniz mesleğe ulaşmış fakat size, değerlerinize ve topluma yabancı bir kişi karşınıza çıkabilir.


OKULDAKİ İLK YALANIM

OKULDAKİ İLK YALANIM

Yalan söylenmeyen ve yalan söylemenin kötü olduğu öğretilen bir ailede büyüdüm elhamdülillah. Belki bu sebepten yalanla pek işimiz olmadı.

Çevremdeki bazı arkadaşlar genellikle ya babasından ya da öğretmenden korkusuna yalan söylerlerdi.

Ortaokul ikinci sınıfa giderken fen bilgisi dersimize Bayram Kalay isminde dersini iyi öğreten ve iyi anlatan bir öğretmenimiz girmişti.

Sınav zamanı geldiğinde o zamanlar sınav sorularının basılı olduğu teksir kağıtlarını dağıttı. Sınav başladıktan kısa bir süre sonra öğretmenimiz yanıma gelerek "niçin konuşuyorsun*" diyerek sert bir şekilde sordu. Ben: "Konuşmuyorum öğretmenim" dedim. Ki gerçekten de konuşmuyordum. öğretmenim yüzüme okkalı bir tokat vurdu. Veya ben çocuk olduğum için okkalı olarak hissettim. Daha yüksek bir ses tonuyla bağırdı: "Niçin konuşuyorsun? Görmediğimi mi sanıyorsun?"

Baktım tokatların arkası gelecek aklıma bir fikir geldi. "Arkadaşımdan silgi istemiştim öğretmenim" diyerek yalan söyledim. öğretmenim "tamam öyleyse bir daha olmasın" diyerek yanımdan uzaklaştı.

Aklıma gelen yalana sevindim. Yediğim tokattan çok yemekten kurtulduğum tokatlar için sevindim.

Konuşmadığım halde konuşmaktan dolayı dayak yememek için başka ne yapabilirdim ki?

O zamanlar öğrencinin dayak yemesi vakay-ı adiyedendi.

Öğretmenimiz gittikten sonra kendi kendime düşündüm "acaba öğretmenim beni niçin konuşuyor zannetmiş olabilirdi?"

Heyecandan veya soruyu daha iyi anlamak için biraz seslice okuduğumu fark ettim. Demek öğretmenin benim dudaklarımın kıpırdadığını görünce beni konuşuyor zannetmişti

Halbuki daha sonraki yıllarda, (öğretmen olduğumda) işitsel zekaya sahip kişilerin okuduğunu daha iyi anlamak için işitecek biçimde sesli okumalarının daha uygun olduğunu öğrendim.

Kendimin işitsel yönümün daha ön planda olduğunu fark ettim. Meğer ben soruyu daha iyi anlamak için farkına varmadan sesli okuyormuşum.

Bu olay benim için öğretmenlikte çok önemli bir ders oldu.

Öğrencinin yalan söylediğini bildiğim halde yüzde yüz emin değilsem ısrarcı olmadım. Yüzde birlik bir ihtimali öğrencinin lehinde kullandım.

Düşünüyorum da.. doğru söyleyenlerin cezalandırıldığı yalan söyleyenlerin cezadan kurtulduğu bir ortamda öğrencilerimize ve çocuklarımıza doğruluğun önemini, yalan söylemenin kötülüğünü nasıl kavratabiliriz? 

Bu konuda ebeveyn ve öğretmenlerin daha dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum.

 

 

FİRAVUNLAR NE YAPARLAR?

ESKİ VE YENİ FİRAVUNLAR
Nefsini tezkiye etmemiş, güçlü bir imana sahip olmayan kimseler elde ettiği imkanlar ne kadar çok olursa olsun bununla yetinmeyip bir fazlasını isterler.
Dünyalık istediği şeylerin bir çoğuna sahip olunca, bazılarının istek ve arzuları farklılaşarak yeni isteklerle devam ederler.
Bazıları büyük servetlere ve büyük makam mevkilere ulaştıklarında, insanları, hatta dünyayı kendi arzu ve isteklerine göre dizayn etmeye çalışırlar. Adeta tanrılığa özenirler.
Firavun bu arzularını açıkça ifade etmekten çekinmemiştir.
Nitekim Kuranı kerimde Naziat suresi 24. ayette şöyle bahsedilir. (Firavun) "Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" dedi.
Kuran-ı Kerim bize Firavunu örnek olarak verir; Firavunun elde ettiği ekonomik, askeri ve siyasi güç, onu "ben istediğimi yaparım kimseye de hesap vermem" noktasına getirmiş eldekilerle yetinmeyip tanrılığa özenmiş ve onu "Ben sizin en büyük rabbinizim" noktasına kadar getirmiştir. Yeni doğan masum erkek çocukları öldürtmesi de bunun bir delilidir.
Hz. İbrahim'le tartışan Nemrut'un da "ben de öldürür ve diriltirim" demesi bu konuya örnektir.
Acaba Firavun ve avanesi bu günkü teknolojik güce ve medyaya sahip olsalardı insanlar üzerinde hangi süfli planlarını uygularlardı?
Kuran Firavundan örnek vermiştir lakin tanrılığa özenen kimseler Firavunla sınırlı değildir. Zamanımızda da dünya çapında büyük ekonomik gücü elinde bulunduran kimselerin kendilerinin kurdukları medya şirketlerini de kullanarak veya satın aldıkları kimseler vasıtasıyla insanlığı kendi istedikleri biçimde yönlendirme, dünyayı kendi isteklerine göre yeniden dizayn etme arzularının olduğu açıktır.
Aslında bunlar bu tür planlarını yaparken ve uygularken tanrılık iddiasında bulunmasalar da içindeki duyguyu anlamak mümkündür.
Bu tür planları olanlar, dünyayı kendi arzularına göre dizayn etmek isteseler de gerçekte şeytanın oyuncağı durumundadırlar. Onlara o fikirleri şeytanın fısıldadığının belki de farkında değildirler.
Acaba yeryüzünün bu yeni Firavun ve Nemrutları insanlık üzerinde ne tür planlar yapıyorlar ve bu planlarını uygulamak için hangi metotları kullanıyorlardır? Bu konuda uyanık olmak gerektir.
Aslında "Euzü billahi mine'ş- şeytani'r-racim" cümlesini samimi olarak söylediğimizde hem şeytanların hem de şeytanların etkisinde yürüyen bu tür kişilerin şerlerinden Allah Tealaya sığınmış oluyoruz. Lakin fikir ve davranışlarımızla da sığındığımız şeylerden uzak durmalıyız.

VESVESENİN ŞİDDETİ

 Vesvese rüzgarlarına karşı bilgi ve akıl seni rüzgardan koruyan eve benzer

Fakat, şiddetli kasırga veya hortum karşısında bu evin bir önemi kalmaz.

İşte o durumda seni koruyacak olan, bilgin değil, ihlasındır. Aklının ve bunca bilginin seni koruyamayacağını hissedip acizliğini itiraf ederek bütün içtenliğinle Allah Teala'ya sığınmandır.

Belki şöyle yalvarılabilir:
"Rabbim! Eğer sen yardım etmezsen, beni korumaz isen, sahip olduğum şeyler beni koruyamaz. Rüzgarın önündeki yaprak gibi savrulurum. Bizi yardımsız bırakma. Üzerimizden yardımını, lutfunu, merhametini eksitme.


HEM KÖTÜ HURMA, HEM EKSİK TARTI

Geçtiğimiz yıllarda, kızım ve ailesi Ankara'da oldukları için zaman zaman Ankara'ya gidip geliyordum.
Muhtemelen ağustos sonu veya eylül başlarında, arabamla Ankara'dan dönüyordum. Polatlı yakınlarında yol kenarında kavun satan bir yerde, gençliğimde yediğim ve çok beğendiğim dışı yeşil,gri arası kavunlardan gördüm ve durdum. Fiyatını sordum Tavşanlıda o zaman 1,5-2 lira olan kavun orada üç lira. Neyse İki buçuğa pazarlık ettik. Kavunları büyük bir poşete koyduk. Fakat tartmak için adamın terazisi yok. Eski zamanlarda kullanılan bir el kantarı çıkardı ben hayret ettim. Şimdi elektronik terazi ve el kantarları varken hala niçin bunu kullandığını. (Gerçi daha önce de Temelli'den kavun aldığımda eski el kantarıyla tartmıştı) . "Şu kadar kilo, şu kadar lira" dedi, verdim parasını...
Poşeti elime aldığımda, söylediği kadar kiloda olmadığını tahmin ettim. Bir de eski el kantarı kullanmasını düşününce içime bir kurt düştü.
Tavşanlıya geldiğimde kavunları tarttım, söylediği kilodan bir buçuk kilo noksan çıktı. O zaman eski el kantarı kullanmasının sebebini daha iyi anladım.
Kavunun birisini kestim kelek çıktı. "Belki diğerleri iyidir" diye düşündüm. Diğerlerini de kestikçe ilk kavundan farkları olmadığını gördüm.
Araplarda iki yönden kandırmalar için şöyle bir söz kullanılırmış: "Hem kötü hurma, hem eksik tartı."
Bizimkisi bunu geçti: Hem kötü kavun, hem eksik tartı, hem de yüksek fiyat.
İnsan verdiği paraya acıyor da daha ağırı kandırılmış olma duygusu oluyor.
O günden sonra o yoldan kavun almadım.
Halbuki o yolda dürüst satıcılar da vardır. Ne derler bir kötünün bir çok iyiye zararı olurmuş.
Ahirette hesap vereceğine gerçekten inanan bir mü'min böyle şeylerden uzak durmalıdır.
Mutaffifin suresinde Rabbimiz bizleri uyarıyor:
1- :Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline!
4-6: Onlar, büyük bir gün; insanların, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracakları gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?
20-09-2021 Ali USLU TAVŞANLI

HASTAYA MORAL GEREKİR. LÂKİN...

Hastalığın iyileşmesinde, ilaçlardan sonra, bazen ilaç kadar etkili en önemli faktör hastanın moralinin düzgün olmasıdır.
Bir arkadaş, tanıdığı bayan bir hastadan şu şekilde bahsetmişti. “ Yıllar önce, Tavşanlı'da oturan bir ablamız hastalanır. Doktorlar kanser teşhisi koyarlar. Muhtemelen hastanın psikolojisini bilen çocukları hastalığın kanser olduğunu annelerine söylemezler. Tedavi için Bursa'ya gidip gelirler. Hastanın durumu zaman içerisinde epeyce iyileşir.
Bursa'ya gidişlerin birisinde doktoru değişmiştir. Doktor, gerekli tetkik ve tedavilerini yaptıktan sonra (hangi sebeple söylediyse) hastalığın kanser olduğunu söyler hastaya. Hastanın morali birden çöker. Arabalarıyla götürdükleri annelerini ambulansla Tavşanlıya getirirler ve hasta bir hafta içerisinde ölür.
Bu konuda toplumumuzda maalesef dikkat etmeyen kişiler bulunabiliyor.
Hasta ziyaretlerimde az da olsa şahit olduğum (muhtemelen sizler de şahit olmuşsunuzdur)durumlardan bahsedeyim.
Ziyaretçi hastaya soruyor: Hangi doktora muayene oldun? Nerede ameliyat olacaksın? Veya seni kim ameliyat edecek?
“Falan doktor veya falan hastane.”
“Sakın o doktora(veya o hastanede) ameliyat olma. Falanca ona ameliyat oldu öldü. Falancı o doktora gitti hiç faydası olmadı.” gibi lüzumsuz, moral bozucu laflar.
Başka şahit olduğum şeyler de var:
Hastanın hastalığı sorulup üzerine konuşmalar yapılırken (ziyaretçiler bu konuda kendi aralarında sohbete dalıyorlar) bu hastalıktan ölen tanıdıklarından bahseden mi ararsınız. İyileşemeyip sakat kalanlardan bahseden mi?
Bu durumda hastanın morali nasıl olur acaba?
Geçen yıl covit testimiz pozitif çıkıp, ilk gün öksürük nöbetleri de fazla olunca ister istemez olumsuz yönde etkilenmiştim. Kan tahlilleri ve tomografi neticem iyi çıkınca moralim düzelmişti. Ertesi gün bir arkadaş aradı. Hoş beşten sonra, mahallesindeki covit olan bir şahıstan bahsetti. “Bir hafta önce o şahıs ölmüş, bir gün önce de annesi ölmüş.” bunu anlattı. Benim düzgün olan moralim eksilere gitti birden. Kendimi yarım saatte zor toparladım.
Hasta zaten kendi derdiyle uğraşırken onun moralini olumsuz yönde etkileyecek konuşmalardan kaçınmak gerekir. Bunun için de hastayla konuşurken veya hasta yanında konuşurken konuşmalarımızı özenle yapmamız, söyleyeceklerimizi seçerek söylemek gerekir.
Ayrıca moral çöküntüsü stresi de tetikler
Konunun uzmanlarının söylediklerine göre, aşırı stres bağışıklık sistemini olumsuz yönden etkiliyormuş. Bağışıklık sisteminin olumsuz etkilenmesi ise hastalığın iyileşmesinin gecikmesi ve yeni hastalıkların ortaya çıkması ihtimali demektir.
Ali USLU 16/09/2021 TAVŞANLI

ÇOK KAN LAZIM

 Ankara İlahiyat Fakültesinde okurken bizden bir sınıf geride Mehmet Arif (soyadını hatırlayamadım) isminde Kütahyalı kibar, efendi bir hemşehrim vardı. 

Bir Ramazan  günü Mehmet Arifin mide kanaması sebebiyle hastaneye yattığını öğrendim. Okulun panosunda da M.Arif için fazla miktarda kana ihtiyaç olduğu yazılıyor, kan verilecek yer belirtiliyor ve öğrenci arkadaşlara çağrı yapılıyordu. O dönemde kendisine kırk ünite kan verildiğini öğrendim. 

Arkadaşta hemofili (kanın pıhtılaşmaması rahatsızlığı) hastalığı varmış meğer. Normalde kanamalarda kan hücreleri o bölgede pıhtılaşıp kanamanın durmasını sağlarlarmış. Bu arkadaşta kanın pıhtılaşma özelliği bulunmadığından  bir yeri kanadığında tıbbi müdahale edilmeden kanı durmazmış. İç kanamalarda ise müdahale durumu olmadığından verilen kan da akıp gittiğinden dolayı fazla miktarda kan vermek gerekiyormuş.

Önceki senelerde de bu arkadaşımıza değişik zamanlarda fazla miktarda kan verildiğinden arkadaşları latife olsun diye ona "vampir Mehmet" lakabı takmışlar.

Ertesi yıl böbreklerindeki bir kanamadan dolayı otuz ünite kan verildiğini aynı sene iç kasıktaki kanama sebebiyle onbeş ünite kan verildiğini öğrendim.

Ben de arkadaşımıza iki ünite kan vermiştim. Oradaki kan alan görevli bu durumdaki kişilerin hayatlarının çok zor olduğunu en küçük bir yaralanmada uzun süre hastanede kaldıklarını söylemişti.

Mehmet Arif isimli bu arkadaşımızın fakülteden sonra öğretmen olduğunu duymuştum. Öğretmenliğinin ilk yıllarında da maalesef aynı hastalık sebebiyle vefat ettiğini öğrendim. Allah Teala rahmet eylesin.

Arkadaşımız hasta yattığı dönemlerde şuna benzer şeyleri düşünmüştüm:

İnsan vücudunda birbirinden bağımsız bir çok sistemler var. Bunların birisindeki bir problem bile kişinin hayatının zorlaşmasına veya vefatına sebep oluyor.

Bu arkadaşın vücudundaki bütün organları, sistemleri normal, kalp-damar sistemi de normal. Kanında vücudun ihtiyacı olan şeyler  mevcut. Sadece yaralanma durumunda orayı tamir edecek faktör sekiz eksikliği var ve hayatını nasıl etkiliyor.

İnsan vücudundaki mükemmelliği her şeyin planlanmasını düşündüm. Sonra bu bedeni en güzel ve mükemmel biçimde yaratanı düşündüm. 

Rahman suresinde defalarca tekrar edilen "Öyleyken Rabbinizin hangi nimetini inkar edebilirsiniz"(Rahman suresi) ayetini düşündüm.

"Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız" ayetini düşündüm. Bizler nimet olarak sadece bazı şeyleri biliyoruz, fakat bilmediğimiz bizim için nimet olan ne gibi nimetler olduğundan haberimiz yok.

 

 

MAKAM-MEVKİ BAZILARINI DEĞİŞTİRİR.

   Ankara’da öğrencilik yıllarımda kaldığım bir vakıf evinde, bir yıl İlahiyat ve Siyasal Bilgiler fakültesi öğrencilerinden oluşan bir evde kalmıştım.

   Yıllar önce Tavşanlı'ya yakın ilçelerin birisinin kaymakamının ismini duyduğumda acaba beraber kaldığımız arkadaş mı? diye merak edip araştırdım. Ev arkadaşım olduğunu öğrenince, kaymakamlığa telefon açtım. Şoförü olduğunu söyleyen şahıs telefonu açtı. Kendimi tanıtıp, kaymakam beyin ev arkadaşı olduğumu söyledim. (Maksadım arkadaşı ziyarete gitmekti) Biraz sonra tekrar aradım. (Cep telefonları yaygın değildi ve benim cep telefonum yoktu. Yani dönüş durumu yoktu.)Yine şoförü açtı. Kaymakam beyin tanıyamadığını söyledi. Tamam dedim ve telefonu kapadım. Kendi adıma değil, ama o arkadaşın adına üzüldüm.

Öğretmenliğimin ilk yıllarında, Tarsus'ta aile olarak defalarca birbirimize gidip geldiğimiz bir öğretmen arkadaş, daha sonra akademisyenliğe geçmişti. Epey sonra, bir öğrencimin üniversiteyle ilgili bir problemi olmuştu. Prosedürü öğrenmek için arkadaşın fakültesini arayarak arkadaşa bağlattırdım. Konuşması gayet resmiydi. Sorduğum soruya lütfen cevap verdiğini fark ettiğimde teşekkür ederek telefonu kapattım. Kendi adıma değil ama o arkadaşın adına üzüldüm.

Hani Hüseyin Avni Paşa'ya babası: "Ben sana paşa olamazsın demedim, adam olamazsın dedim" demesi hesabı, arkadaşın adam olamamasına üzüldüm.

Maalesef bazı kişilerin makam ve mevkileri değiştikçe kişilikleri de değişiyor.

Bir arkadaş anlatmıştı: “... … .bey benim komşumdur. Önceleri yolda selamlaşır hal hatır sorardık. Şu makama geldikten sonra, yolda karşılaştığımızda selam vermez ve konuşmaz oldu. Ne zamanki o makamdan ayrıldı tekrar selam verip konuşmaya başladı.

Bazıları da zenginleştiğinde kişilikleri değişiyor. Zenginliklerini kaybettiklerinde tekrar fabrika ayarlarına dönüyorlar. Böylelerini de biliyorum.

Herkes böyle mi elbette değil. Yukarıda bahsettiğim makamlardan çok daha üst düzey görevlere gelip kişiliklerinde en küçük değişiklik olmayan arkadaşları da biliyorum. Veya zenginliğin kendisini değiştirmediği mütevazi kişileri de biliyorum.

Sohbetlerimde böyle konular için taş örneğini veririm. Yıllarca kuru yerde sapa sağlam duran taşlar vardır. Ne zamanki şartları değişir, su, nem veya güneşin etkisiyle dağılır giderler. Zenginlik, makam-mevki, şöhretin değiştirdiği kişileri bu taşlara benzetirim.

Fakat bazı taşlar yıllarca nehirde durduğu veya güneş altında kaldığı halde yapılarında en küçük bir değişiklik olmaz. İşte kişilikleri değişmeyen kimseleri de bunlara benzetirim.

Makam-mevki, zenginlik gibi şeyler kişinin elbisesi gibidir. Bu gün yeni elbise giyen yarın eski elbise giyebilir. Veya tam tersi, bu gün eski elbise giyen yarın yeni elbise giyebilir. Önemli olan insanın kendisidir. Yani şahsiyetidir.

 

YARATILAN HER ŞEY HAREKET HALİNDE

 Üzerinde yaşadığımız Dünya Gezegeni kendi ekseninde saatte 1666 km hızla dönüyor.

Aynı Dünyamız Güneşin etrafındaki yörüngesinde saatte 108 000 km hızla gidiyor.

Dünyamızın da içinde bulunduğu Güneş sistemi SANİYEDE 220 000 km hızla Samanyolu Galaksisi'nde hareket ediyor.

İçinde Dünyamızın da bulunduğu Samanyolu Galaksisi de saniyede 630 000 km hızla hareket ediyormuş.

Yani değil bir saniye, bir salise bile aynı yerde durmuyoruz efendim. Hem de dört farklı koldan hareket ediyoruz.

 


AYETLERLE BİLİMSEL VERİLER ÇATIŞIRSA

OKUDUĞUNUZ AYET MEALİYLE, ÖĞRENDİĞİNİZ BİLİMSEL VERİLER ÇELİŞİRSE...

Öğrendiğiniz bilimsel verilerle, okuduğunuz bir ayet meali çelişse ne yaparsınız? Veya böyle bir durumla karşılaştıysanız neler düşündünüz?

Ben böyle bir durumla karşılaşmıştım.

Lise ikiye gittiğim zamanlarda Yasin suresinin mealini okuyordum.

"Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah'ın takdiri(düzenlemesi)dir." (Yâsîn : 38) Ayet-i kerimesini okuduğumda bu ayetin coğrafya dersinde öğrendiğimiz bilgiye uymadığını düşündüm. Öğrendiğimiz bilgi şöyleydi:

Güneş sabittir hareket etmez, fakat bulunduğu yerde döner. Güneşin çekim kuvvetinden dolayı oluşan yörüngelerde gezegenler Güneşin etrafında dönerler.

Kendi kendime düşündüm ayet yanlış olabilir miydi? Haşa bu mümkün değil. Kainatı yaratan Allah Teala'nın bilgisi yanlış olamazdı. İmanımı yokladım elhamdülillah imanım sağlamdı.

Peki coğrafya dersinde öğrendiğimiz bilgi yanlış olabilir miydi? Bu mümkündü, ama Güneşin, gezegenlerin gözlenebildiği bir devirde bunun yanlış olması da zor bir ihtimaldi.

Sonra kendi kendime dedim ki: "Vardır bunda anlaşılacak bir şey." Kafamdaki soruyu buz dolabına kaldırdım. O zamanlar öğretmenlere pek soru sormazdık. Belki de ben öyleydim.

Aradan bir kaç yıl geçti, elime geçen bilimsel bir dergiyi okuyordum. (muhtemelen Bilim ve Teknik Dergisi) Uzayla ilgili bir makaleyi okurken şöyle bir bilgi gördüm. "Güneş sisteminin de bir yörüngesi vardır. Güneş Sistemi, Samanyolu Galaksisinin etrafında ikiyüz ellibeş milyon yılda dönüşünü tamamlar.

Bu olayı şuna benzettim: Bir gemi düşünelim geminin ortasında sabit duran büyük bir cisim var, etrafındakiler o cismin dönüyorlar. Gemi hareket halinde olduğu için hareket etmediği söylenilen o cisim de hareket ediyor aslında.

Bu bilgiyi öğrenince zihnim lise ikide zihnime takılan probleme gitti ve problemin çözüldüğünü fark ettim.

Bu mevzuyu anlatmaktaki maksadım anlaşılmıştır umarım. Öğrendiğimiz bilgiyle, Dinimizin verileri zihnimizde çelişirse acele edip (bilimin verilerini de mutlak doğruymuş gibi kabul edip) imanımızı tehlikeye atmayalım. Vardır anlaşılacak bir durum.

Ben şahsen bir konuda Kuranda geçen açık bir ayet varsa, ayetteki bilgi, bilimin verileriyle çelişse, hiç düşünmeden Kuranı tercih ederim. Çünkü bilim tarihinde kesin doğru olarak verilen bazı bilgilerin sonraki zamanlarda değiştiğini biliyoruz.


TRAFİKTE ÇOK AGRESİF OLUYORUM

Hocam!

-Buyur.

-Trafikte çok agresif oluyorum. Bir gün başımın belaya girmesinden endişeleniyorum bu konuda neler tavsiye edersiniz.

-Kardeşim, trafikte bazen ben de agresif, yani sinirli ve gergin oluyorum. O zaman yapılan küçük hatalara bile ikaz kornası basıyorum. Lâ havle çekiyorum. Bazen ağzımdan hakaret cümleleri çıkıyor.(Tabii karşı taraf duymasa da Kiramen Kâtibin kaydediyor). Bu durumun tek olumlu yanı kişinin durumunu fark etmesidir. O zaman çaresi daha kolay oluyor.

-Nasıl yani?

-Mesela ben trafikte çok gerildiğimi, gereksiz yere sinirlendiğimi fark ettiğimde kendi kendime "sakin ol Ali. Nedir seni bu kadar agresif yapan" diye kendime telkinde bulunuyorum. O zaman sakinleşiyorum.

Bir de hangi zamanlar daha çok agresifleştiğim üzerinde düşündüm, analizini yaptım, şu sonuçlara ulaştım.

*Yetişmem gereken yere az bir zaman kalıp, hızımı yavaşlatan engeller olduğunda.

Mesela önümdeki araç yavaş gidiyor ve arabayı sollama durumu yoksa... Trafiği aksatan durumlarda... Yol hakkı benim olduğu halde kavşakta ve yolda önüme çıkan olduğunda... Birisi ikaz kornası çaldığında vb...

Fakat dikkat ettim eğer yetişeceğim yere yetişmek için yeterli zamanım varsa aynı durumlar olsa bile, gayet sakin ve rahat oluyorum.

Demek ki bu durumun çaresi gideceğimiz yere zamanından biraz önce çıkmaktır.

İkincisi kafan bir şeye bozulduysa... O zaman da insan trafikte agresif oluyor. Bunun çaresi de kafa ayarları düzgün değilken araba kullanmamaktır. Çok mecbur kalınırsa kendine sakin olma yönünde telkinler vererek araç kullanmaktır.

Agresiflik hakkında bunları söyleyebilirim. Bunun haricinde şu şeylere de dikkat etmelisin.

Birincisi, kafan çok meşgul iken kullanma. Kafası aşırı meşgul olan kişi bir nevi sarhoş sayılır. Bu durumda hata yapma ihimali artar. Ayrıca başkasının hatasını tolere etme ihtimali azalır..

İkincisi: Hız sınırlarına dikkat et. Hızlı giden sürücü de başkalarının yaptığı hatayı tolere edemeyebilir. Mesela aniden önüne çocuk fırlayıverse hızlı gidiyorsan kurtarma ihtimalin azalır.

Üçüncüsü: Araba kullanırken telefonla meşgul olmamalısın. Telefon sebebiyle meydana gelen kazalar oldukça fazladır.

Aklıma gelen önemli ve son şeyi de söyleyeyim. Trafiğe çıktığında mutlaka euzu besmele çek yani şeytandan Allah'a sığın. Ve Ayetel kürsi'yi okumayı unutma.

-Teşekkür ederim hocam.

-Eyvallah kardeşim. Rabbim cümlemizi kazalardan belalardan muhafaza eylesin.

 

UNUTAMADIĞIM HATIRALARDAN (Acil serviste)

Seneler önce, bulantı ve karın ağrısı şikayetinden dolayı rahmetli babamı eski SGK hastanesinin acil servisine götürmüştüm. Akşam 21 00 sularıydı. Acil serviste  tek görevli olan genç bir doktor, gelen hastaları muayene ediyor, tahlil sonuçlarına bakıyor, müdahale edilmesi gereken hastalara müdahale ediyor, oradan oraya koşturuyordu. Bu arada kavgada yaralanan gençler olmuş, onlar geldiler, onlara da müdahale etti.

Bize de muayene sonucu EKG ve kan-idrar tahlili vermişti. Sonuçlar çıktı, serum bağlandı. Bu arada ortalık tenhalaştı. Saat 23 ü geçtiğinde muayene olacak kimse kalmadı. Babam ve başka bir hastanın serumları devam ediyor.Biz de onları bekliyoruz. Serum bitince çıkabilirsiniz demişti.

Muayene olacak ve müdahale edilecek kimse kalmayınca, genç doktor muhtemelen bu fırsatı değerlendirmek istedi, yan tarafa çay içmek için gitti.

Çok kısa bir zaman sonra ( çayının yarısını anca içmişti ki,) 25 yaşlarında bir şahıs elinde bebekle geldi. Doktoru sordu. Oradaki görevli de çay içmeye gittiğini hemen geleceğini söylediler.

Adam birden bağırmaya başladı. "Acil serviste doktor çay mı içermiş...  Kimse görevini yapmıyor... Hastamız ölsün mü…Şikayet edeceğim... vb .

Genç doktor hiç efendiliğini bozmadan ve o şahsa cevap vermeden geldi, bebeğin muayenesini yaptı, ilaçlarını yazıp gönderdi.

Ben  kendi kendime düşündüm. Bizim vardığımızda saat  21.00 gibiydi. Benim şahit olduğum, en az iki saattir bu doktor oradan oraya koşturuyor hastalara yardım ediyordu. Biz gelmeden de Allah bilir ne kadar zamandır koşturuyordu...

Servisin boşaldığı bir zamanda, bir kaç saatin yorgunluğunu atmak için içtiği bir çayı da burnundan getirdiler. 

Demem o ki, biz bazen olayın bir parçasını görüp tavır alabiliyoruz. Halbuki olayın tamamını görsek kendimizin haksız karşı tarafın haklı olduğunu görebileceğiz. Bu olayda olduğu gibi olayın öncesini bilmeden tepki göstermek muhataplarımızı çileden çıkarabilir. Çalışanların çalışma şevkini kırar. Kavgalara sebep olabilir. Biraz sabır bir çok şeyi çözer aslında...

 


DAVET ETTİĞİN MİSAFİRLER ARASINDA AYIRIM YAPILMAZ.

 Bir kaç yıl önce  komşu şehirlerden birisine, arkadaşın davetlisi olarak çocuğunun düğünü için gittik. Orada hem Tavşanlı'dan hem de çoğunluk Kütahya'dan ortak arkadaşlarımızı da gördük. Düğün sahibi olan arkadaşın doğal olarak başka illerden gelen misafirleri de vardı. Arkadaşı düğün salonunun dışında görmüştük.

Salonda merasim başlarken bizim arkadaş mikrofonu aldı. “Bir teşekkür konuşması yapacak” dedim içimden.

Sayın.....  ili valisi ...... bey aramızdalar. Hoş geldiniz efendim.

Sayın......ili istinaf mahkemeleri üyesi ....... bey hoş geldiniz efendim.

Sayın...

Sayın...

Ve diğer makam sahipleri de söylendi. Kütahya'dan gelen misafirler ile ilgili ne isim ne de genel olarak bir teşekkür yok. Halbuki onların içerisinde de makam mevki sahibi arkadaşlar vardı.

Ben arkadaşın yapısını önceden bildiğim için pek alınmadım. Fakat alınan arkadaşlar oldu. Hatta o şehirden katılan (Düğün yapılan şehir) bir arkadaş çok bozuldu . "Valla ben Kütahya'dan gelseydim bu düğünü bırakır giderdim" demişti.

A be kardeşim! Madem arkadaşlarını düğününe davet etmişsin. Onlar da hatırını sayıp başka illerden gelmişler. Misafirlerin hepsi aynı kategoridedirler artık. Toplum huzurunda hoş geldin diyeceksen, ya genel olarak "Uzaktan ve yakından gelen  sayın misafirlerimiz" gibi bir ifade kullanırsın, veya tek tek sadece şehirleri sayarak  .....dan gelen misafirlerimiz" dersin, ya da isim söyleyeceksen isim isim gelenlerin tümünün ismini sayarsın. Kendi davet ettiğin misafirlerin arasında ayırım yapmazsın.

Yoksa insanların bir kısmı kırılır.

Ben bunu düğün için anlattım ama siz diğer toplantılar için de düşünebilirsiniz.

 


ÜCRETSİZ OKUL KİTAPLARI

 Bilindiği gibi uzun zamandan beri devlet/hükümet politikası olarak okul kitapları öğrencilere ücretsiz veriliyor. 

Bu durumun olumlu ve eğitim açısından olumsuz yönlerini belirtmeye çalışayım.

Önce olumlu yönlerini belirteyim. 

Eskiden, bir çok yayın evinin yazdığı ve komisyondan geçen kitaplar okullarda ders kitabı olarak okutulurdu. Her okul, her ders için istediği farklı yayın evinin yayınını seçebiliyordu.

Okulun ilk haftası öğrencilere derslerine giren öğretmenleri tarafından ders kitaplarının yazarı ve yayın evi listesi verilir, öğrenciler ve veliler o kitapçı senin bu kitapçı benim kitap ararlardı. Bazen de kitapların bir kısmını bir kitapçıda diğerlerini öbür kitapçılarda bulmaya çalışırlardı. Kitapçılar sınırlı sayıda kitap getirdiklerinden bazen erken biter, çok getirenlerin de ellerinde kalırdı.

Özellikle büyük şehirlerin büyük okullarında belirli yayın evleriyle idareciler arasında gizli pazarlıkların döndüğü şayiası konuşulurdu. ( Rüşvetin belgesi olmaz.)

Bazı kitapçılar kitapları, diğer malzemeleri (diğer okul malzemeleri, defterler, kalem, kalemlik vb)de oradan almak şartıyla satarlardı.

Bazı derslerin kitapları kitapçılarda erken biter. Kitapçı yayın evinden ister. Yayın evi elinde varsa gönderir, yoksa basılıncaya kadar beklenirdi. Kitapçı kitabın geleceğini söyler, öğrenci ve veli her gün kitapçıya uğramak zorunda kalırlardı. Bu durum bazen günlerce devam ederdi. Kitap bulamayan öğrenciler geçen yıl aynı kitabı okuyanlardan temin etmeye çalışırlardı.

Yayın evleri de haklı, kitabının ne kadar okulda okunacağını bilmiyor ki ona göre bassın. Fazla bassa elinde kalacak.

Neticede devlet bu işe el attı ve öğrenci sayısınca kitapları okullara göndererek meseleyi çözdü.

Bu durumda öğrenci ve veliler büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oldular. Fakat başka sıkıntılar başladı. Bir eğitimci olarak gördüğüm sıkıntıları ve çözüm yollarını sizinle paylaşayım.

Mesela:

Öğrenci kitabını getirmiyor. 

Soruyorsun "evladım kitabın nerede?"

"Kaybettim hocam." veya "almışlar hocam" dediğinde yapacağınız hiç bir şey yok.

 Çocuk gerçekten kitabını kaybetmiş olabilir veya kaybetmediği halde öyle söylemiş olabilir.

Kitaplar sayılı geldiği  için yedeğini verme şansı da yok. Satılmadığı için "git kitapçıdan al" deme durumu da yok. O öğrenci sene boyunca kitapsız olarak derse giriyor.

2- Bir çok öğrenci, kitaplar bedava verildiği için onları kendi malı gibi görüp korumuyorlar. kıymet bilmiyorlar.

3- Eskiden çocuklar kitaplarını para verip aldığından ve kaybettiklerinde tekrar almak mecburiyetinde olduklarından (babalarından yiyecekleri fırçayı da bildiklerinden) kaybetmemeye özen gösterirler. Bir de eskitmemeye dikkat ederlerdi. Çünkü yıpranmamış kitaplar bir sonraki sınıftaki öğrencilere yarı fiyatına satılırdı.

4-Kitaplarını özensiz kullanmayı alışkanlık haline getiren öğrencilerin bazılar bu alışkanlığı diğer eşyalarında da gösteriyorlar. Çocuklar tutumlu olmak yerine savurganlığa alıştırılıyorlar.

Peki bu durumun çözümü yok mudur?

Aslında küçük tedbirlerle bazı problemler çözüme kavuşturulabilir.

Mesela kitabını kaybeden öğrenciler için Milli eğitim yayın evinden ücretli olarak kitap satılabilmelidir. Kitabın fiyatı biraz da pahalı olmalı ki çocuk kitabına sahip çıksın.(Eşofmanına sahip çıktığı gibi). Kitap getirmeyen öğrencinin öğretmene mazereti olmasın.

2. olarak kitaplar öğrenciye zimmetlenebilir. Sene sonunda teslim alınır, Kaybolmuş veya yıpranmış kitaplardan öğrenciye zimmet çıkarılır. Böylece öğrenci kitapları korumayı ve yıpratmamayı öğrenir ki bu sayede çok güzel alışkanlıklar kazanmış olunur.

3. Olarak yıpranmamış kitaplar öbür sene kullanılmak üzere saklanır. Bu sayede daha az kitap basılır ve çok önemli bir milli servet boşa gitmemiş olur.

Moldavya'daki Türk okuluna öğretmen olarak giden bir hemşehrimiz orada kitaplar öğrencilere zimmetlendiği için kitapları çok özenle koruduklarını ve bir kitabın senelerce okutulduğunu anlatmıştı.

TELEFON MEVZUU (3...Her arayanı araya almak)

Bu gün bir abimizle sohbet ederken konu telefon konuşmalarına geldi. Çok hoşuma giden bir anekdot anlattı. Ben de onu size aktarayım.
Bu abimiz bir dostunu ziyarete gider. Bir iki kelam ederler, arkadaşına bir telefon gelir. Arkadaşı telefonu açar epey konuşurlar. Konuşma biter, tekrar bir iki kelam ederlerken tekrar telefon gelir. Mevzu tekrar kesilir. Bu olay bir kaç defa daha tekrarlanır. Abimiz uzun süre arkadaşının yanında oturduğu halde arkadaşıyla sohbet etme imkanı bulamaz.
Aklına bir fikir gelir. Arkadaşı telefon konuşmasını bitirince abimiz de yanındaki arkadaşına telefon eder. Ve der ki seninle konuşabilmem için telefon etmem lazım galiba!
Değerli dostlar! Biraz düşünelim... Telefon eden kimselerin sohbetin arasına girme önceliği nedir acaba? Tamam arayan kimseler seni görmedikleri ve durumunu bilmedikleri için seni kendilerince uygun gördükleri zamanda arayabilirler. Senin o durumunu görseler eminim çoğu o anda aramayacaktır. Fakat sen sohbet esnasında her arayanı araya alarak sohbeti bölmek zorunda değilsin. Telefonu meşgule alıp müsait zamanda dönebilirsin.
Haa çok önemli bir durum vardır onlar hariç. Onlar da sohbeti defalarca bölecek kadar çok değildir.
Lütfen yanımızdaki dostlarımıza telefon ettirmeyelim.

MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...