DERVİŞ VE TOPRAK

Bir dostu, dervişi yakınlardaki bahçelerine davet etti. Derviş daveti kabul etti. Bahçeye vardığında dostu onu güzel bir şekilde karşıladı. Biraz hasbihalden sonra beraber bahçeyi dolaştılar.
Temmuz ayının sonlarına doğruydu. Bazı meyveler olgunlaşmış, bazıları tam olgunlaşmamış, bazılarının da mevsimi geçmek üzereydi. Bahçeyi dolaşarak hem ağaçları gördüler hem de canlarının çektiği meyvelerden yediler.
Derviş dostuna döndü ve dedi ki: "Bak dostum! aynı bahçede, aynı toprak, aynı su, aynı güneş ışığı, aynı hava. Fakat şu meyve ağaçlarına bir bak! Şekilleri değişik olduğu gibi meyvelerinin rengi, şekli, tadı, her şeyi değişik. Bu nasıl oluyor sence?"
Bir müddet bekledikten sonra derviş devam etti:
"Bak kardeşim! Şeftali tatlı, üzüm tatlı, kayısı tatlı, elma-armut tatlı, fakat tatları farklı. Limon ekşi, şu erik ekşi, şu elma ekşi. Fakat ekşilikleri farklı. Burada yok ama zeytin meyvesi yağlı. Bu ağaçların beslendiği su tatsız, kokusuz ve renksiz. Toprakta bunların hiç biri yok. Peki, meyvelerdeki bu renk, koku ,tat nasıl oluyor?"
İkisi de sustular. İkisi de konuşulanlar üzerine tefekküre daldılar.
Derviş, biraz sonra sesini fazla yükseltmeden ezan okumaya başladı. Dostu saatine baktı . Henüz namaz vakti girmemişti, dervişe baktı biraz şaşırmış vaziyette.
“ O gün yer üzerinde olan her şeyi  Rabbinin kendisine vahy etmesiyle haber verir” (Zilzal/4-5) ayetini kavradığından beri, yeni gittiği yerlerin, imanına şahitlik etmesi için bir şeyler yapardı derviş. Bunun için yaptığı şeylerden birisi de ezan okumaktı. Ezanı bitirince durumu izah etti dostuna. Dostunun çok hoşuna gitti yeni öğrendiği bilgi. Sonra kelime-i şehadet ve kelime-i tevhid okudu aynı sesle. Hamdetti, tesbih etti tekbir ve tehlil getirdi. Sonra iki rekat namaz kıldı. Secde ettiği yerin sadece toprak olmasına özen gösterdi.
Ağacın altına geçen derviş toprak hakkında derin düşüncelere daldı.
Tohumlar ve çekirdekler dünyanın en gelişmiş bilgi bankasıydı onun gözünde. Toprak ise dünyanın en gelişmiş bilgisayarı. Tohum toprağa düşünce bilgisayar çalışmaya başlıyor, tohum veya çekirdekteki bilgileri zamanı gelince hiç atlamadan ortaya çıkarıyordu.
Salih Peygamberin mucizesi geldi aklına. Kaya yarılıp içinden bir deve çıkmıştı. Peki cansız topraktan canlı ağaçlar çıkması ve ağacın türlü türlü meyveleri oluşu kayadan deve çıkmasından daha kolay bir şey miydi?
"Hiç farkı yok." dedi kendi kendine. Ha cansız kayadan canlı bir hayvan çıkmış, ha cansız topraktan canlı bitkiler çıkmış. Şu var ki bu olay çok fazla olduğundan sıradan bir şeymiş gibi gözüküyor.
Besin zincirini düşündü. En başta toprak vardı. Toprak mineralleri besine (bitkiye) dönüştürüyor, bitkiyi koyun yiyor et ve süte dönüştürüyordu. Koyun besini alıp başka bir besine çeviriyordu, fakat toprak öyle değildi. O mineralleri besine çeviriyordu. “Bu çok büyük bir mucize! “dedi.
“...Şüphesiz sizi topraktan yarattık” (Hacc /5) ayeti geldi aklına. Bununla ilgili düşündü. İlk insan atamız direkt olarak topraktan yaratılmıştı. Sonraki nesiller ise dolaylı olarak topraktan.
Şöyle ki; insanın ilk hücreleri anne-babanın yediği besinlerden oluşmuştu. Bu besinler ya doğrudan topraktan çıkmıştı (domates gibi) ya da topraktan çıkan besini yiyen hayvanların besiniydi. Anne karnında hücrelerimiz yine annemizin yediği besinlerle oluşuyordu. Doğduktan sonra da hücrelerimiz aldığımız gıdalar vasıtasıyla oluşuyordu ki hepsi toprağa bağlı idi.
Düşüncelerini dostuyla paylaştı.
 Sonra insanın topraktan yaratılmasının hikmetini düşündü. Bunun hikmetini tam bilemezdi ama şunlar geldi aklına:
Toprak mütevazidir, toprak cömerttir, Toprak temizdir ve temizleyicidir. Toprak en kötü şeyleri bile iyiye dönüştürebilir (Gübreli topraktan gül çıkması- kötü kokunun gül kokusuna dönüşmesi gibi).
Toprak anavatanımızdır dedi. Ölünce bizi toprak kabul eder. Çevresindeki yakınlarının bile nefret ettiği nice kimseleri toprak bağrına basmıştır.

Yunus Emre’nin mısralarını mırıldandı derviş.
“Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur,
Kani bunca evliya ,
Yüzbin peygamber yatur."

Sonra şu sözler döküldü dudaklarından:
"Bizi topraktan yaratan, toprakta yaşatan, besinlerimizi toprak vasıtasıyla bizlere ikram eden, ölünce yine toprağa bizi kabul ettiren Rabbimize hamdolsun."  


GÜZEL SÖZÜN ÖNEMİ


 
İkibinbeş- ikibinaltı öğretim yılıydı. Elime Japon bilimadamı Masaru Emoto’nun” suyun gücü” ismiyle tercüme edilen bir kitabı geçti. Kitaptaki bilgiler epeyce ilginçti.

Emoto kar tanelerinin güzel kristal olmuş altıgen fotoğraflarından esinlenerek “acaba suyu dondursak kristal olur mu? Bunun fotoğrafını çekebilir miyiz?” diyor ve çalışmaya başlıyor. Kendisi sonuç alamayınca konunun uzmanı bir bilim adamıyla bİrlikte çalışıyorlar. İki aylık bir çalışma sonucu suyun kristal olmuş altıgen fotoğrafını çekiyorlar.
Esas ilgin şeyler bundan sonra başlıyor. Emoto farklı kalitedeki sulardan örnekler alıyor ve onları kristalleştiriyor. Bir de ne görsün! kaliteli suların kristalleri daha güzel ve düzgün altıgen şekil alırken , suyun kalitesi düştükçe şekillerde bozulmalar oluyor. Bozulmuş sular ise ya hiç altıgen olmuyor ya da çok kötü görünümlü altıgen oluyor. Tabii Emoto buna çok şaşırıyor ve meraklanıyor. Değişik su örneklerinden defalarca denediği halde sonuç değişmiyor. En güzel biçimde kristal olan sular, akarsuların kaynaklarından alınan sular oluyor.
Emoto’nun aklına bir fikir daha geliyor. Aynı kalitedeki suyu iki şişeye ayırıyor. Birisine “teşekkür ederim.” yazıyor. Diğerine “sen aptalsın” gibi olumsuz cümleler yazıyor. Sonuç; güzel cümleler yazılan su iyi kristal olurken, kötü söz yazılan suyun kristalleri bozuk oluyor.
 Emoto daha sonra değişik dillerde yazıyor şişelere. Ve sonuç hep aynı oluyor.
Acaba yazı yerine söz söylesem nasıl olur diye düşünüyor ve sonuç harika oluyor. Güzel söz söylenen sular güzel şekilde kristal olurlarken, kötü söz söylenenlerin kristalleri bozuk şekilli oluyorlar. Emoto bu deneylerini bilimsel bir dergide yayınlıyor.
 Aynı derginin öbür ayki sayısına bir okuyucu mektup gönderiyor ve Emaoonun deneyinden ilham alarak yaptığı şeyi anlatıyor. Yaptığı deney şu:
Bir miktar pirincin üzerine su koyarak pirinç suyu içine alıncaya kadar bekletiyor. Sonra üç tane kavanoza paylaştırıp kapaklarını kapatıyor. Birisine “seni çok seviyorum, teşekkür ederim.” Yazıyor. Diğerine : “seni hiç sevmiyorum, sen aptalsın.” Yazıyor. Üçüncüye hiç bir şey yazmıyor. Bu üç kavanozu da aynı odaya kısa mesafelerle koyuyor. Sonra her gün yanlarına gidip birinciyi eline alıp okşuyor ve güzel sözler söylüyor. İkinciyi eline alıp kötü sözler söylüyor, ona kızıyor. Üçüncüsünü ise iki kavanozun arasına koymuş ona hiçbir şey söylemiyor.
İki-üç hafta sonra şunu gözlemliyor. Güzel söz söylenen pirinç sararmış ve mayalanmış. Kötü söz söylenen kararmış ve çürümüş. Kendisiyle ilgilenilmeyen pirinç ise daha çok kararmış ve çürümüş.
Bu olayı öğrencilerime anlattım. Sınıf rehber öğretmenliğini de yaptığım 7/A sınıfı öğrencileri bu deneyi biz de yapalım dediler. Öğrenciler arasında görev taksimi yaptık. Pirinç, bulgur, havuç, patates, nohut, fasulye gibi malzemelerle öğrenciler deney yaptılar.
 Pirinç ve bulgur suda ıslatılıp ikiye ayrılıyor ve kavanozlara konuluyor. Patates, havuç, nohut ve fasulye kavanozlardaki suyun içerisine atılıyordu. Sonra birisine her gün güzel söz söyleniyor, diğerine kötü söz söyleniyordu. iki-üç hafta içerisinde kötü söz söylenenlerin bozulduğu ve çok kötü koktuklarını gözlemledik. Güzel söz söylenenler ise pirinç ve bulgur mayalanmışlar, havuç ve patatesler saçaklanmışlardı.
Nohut çok ilginç olmuştu. Güzel söz söylenen nohutlar bütün olarak duruyordu ve suyu berraktı. Öbür nohudun suyu bulanık, nohutların çoğu ortadan ikiye bölünmüştü. Bu deneyimiz ulusal basın ve yayın organlarında yayınlandı. Sonra da Arap gazetelerinde yayınlandı.
Sözün, suya ve gıda maddelerine etkisi olduğuna göre, vücudunun büyük oranı su olan ve ruhu güzelliklerden hoşlanan insanoğluna etkisinin ne derece olabileceğini düşünebiliriz.
Kur’an-ı Kerimde Rabbimiz bu konuda: “ kullarıma söyle en güzel şekilde konuşsunlar . Yoksa şeytan aralarını bozar...”(İsra/153) buyurur.
Sevgili peygamberimiz hayatı boyunca insanlara güzel söz söylemiş. Kırıcı ve kaba sözlerden, aşağılayıcı sözlerden ve davranışlarda uzak durmuştur. Ayrıca “güzel söz sadakadır”(Buhari/ cihad. Müslim/ Müsafirin) buyurarak bizi güzel söz söylemeye teşvik etmişlerdir.
  Sevgili Peygamberimiz Kur’andaki “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır.”(Nahl / 125) Ayetini en güzel biçimde uygulamış ve her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örneğimiz olmuştur.
 

(14 ŞUBAT 2006)YENİ ŞAFAK GAZETESİNDEKİ HABERİMİZ    Tavşanlı'daki Aslanbey İlköğretim Okulu'nun 7 A sınıfı öğrencileri, ilginç bir deneyle, sevgi ve güzel sözün canlılar üzerindeki etkisini ortaya koymaya çalıştı. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni Ali Uslu'nun Japon araştırmacı Masaru Emoto'nun suyun moleküler yapısına dair çalışmasından söz etmesi üzerine deney yapan öğrencilerden Onur Tuncay, iki ayrı kavanozdaki suyun içine çeşitli besin maddeleri koydu. Bir ay boyunca her gün "güzel söz" söylenen kavanozdaki gıda maddesi tazeliğini korurken, "hakarete uğrayan" ise bozuldu. Aynı deneyi Neşe Mert bulgur, Mehmet Ali Çınar nohut, Rabia Öztürk ise peynir koyduğu kavanozlarda denedi. Kötü söz söylenen gıdalar kokup bozulurken, güzel söz söylenen gıdalar aynen kaldı

 



 
 
 
 
.



 

DERVİŞİN CAMİDEN SOĞUYAN ARKADAŞI (Derviş ve Besmele-2)

Derviş, Besmelenin anlamı, tecellileri üzerinde düşünürken birden çocukluğuna, besmeleyi ilk kez talimli olarak öğrendiği yıllara gitti.

Hoca mektebine ilk kez gittiği günleri hatırladı. Köylüler okulların tatil olduğu (yaz tatilinde) çocuklarını hoca mektebine gönderirlerdi. Hoca gayretli bir kişiydi. Öğretmek için çok çaba sarf ederdi. Fakat öğretim metodu problemliydi. Belki o da hocasından gördüğü şeyi uyguluyordu.
Öğrencilerin hocadan çok korktuğunu düşündü. Daha doğrusu, çocuklar  hocanın sopasından  korkardı.
 Elinde uzun bir sopa olurdu her zaman. Yanlış yapılınca ilk ikaz  sopanın kalkmasıydı. Fakat hemen vurmaz, yanlışın düzelmesini beklerdi. İkinci kez aynı yanlış devam ederse sopa biraz daha kalkar. Üçüncü şans da boşa giderse sopa hızla inerdi. Bazen kafa, bazen omuz bazen sırt . İniş yeri, hocanın o anki psikolojisine göre değişirdi.
Gittiği mektepte sopa ve korkutma, dini eğitimde önemli bir öğretim ve motivasyon aracı olarak kullanılırdı. Daha sonraları öğrendiğine göre bu metot bir çok yerde uygulanan bir metottu. Sadece mekteplerde değil okullarda da aynı metot geçerliydi. "Korkuya dayalı eğitim."
Zaten babalar ve dedeler hocaya çocuklarını getirdikleri ilk gün
"Hocam! Eti senin, kemiği benim", derlerdi. Bunu düşünürken aklına bir espri geldi; “derisi de Türk Hava Kurumunun deselerdi bari" dedi ve gülümsedi.
Sonra Ahmet geldi aklına, mektepteki  arkadaşı, bazı harfleri doğru telaffuz edemeyen Ahmet.
 Aradan yıllar geçmesine rağmen Ahmet'in hocayla yaşadığı  o günkü olayı bütün ayrıntılarıyla hatırlıyordu.
Hocanın bağırması, eliyle kulağını asılması, başına ,yüzüne vuruşu, çocuğun korkudan büzülüşü, yarı ağlamaklı sesle hocanın söylediklerini tekrar edişi. Hocanın iyice zıvanadan çıkması, çocuğun altına kaçırması. Hocanın bir de bunun için kızması, çocuğu evine göndermesi... Hepsini sanki yeniden izliyormuş gibi hatırladı.
Ahmet “besmeledeki “h” harflerini hocanın istediği gibi çıkaramıyordu. Hoca da, ona
okutabilmek için besmeleyi önce talimli bir biçimde kendisi okuyor, sonra Ahmed'in tekrar etmesini istiyordu. Bir haftadan beri Ahmet'e sıra geldiğinde hoca bayağı uğraşıyordu.
 O gün sıra Ahmed'e geldiğinde yine aynı şeyler oldu. Hoca “Bismillahirrahmanirrahim” cümlesindeki “h”ları boğazını sıkarak okuyor. Ahmet bir türlü  boğazını sıkamıyor. normal "h" olarak okuyordu.

Birkaç kez tekrardan sonra (belkide bir haftadır uğraştığından) hocanın frenleri boşalmıştı. Eli çocuğun kulağında, kulağını asılırken avazı çıktığı kadar bağırarak "Rahmanir-rahiim“ de geri zekalı!" diye bağırıyor sonra da yukarıdaki olay gerçekleşiyordu.
İşin daha dramatik yönü ise bunu besmeleyi öğretirken yapmış olmasıydı.
Derviş, birden hocanın sözlerini tercüme ederek olayı düşündü.
Hoca ,”Merhamet, rahmet”  öyle okunmaz böyle okunur" diyerek dövmüş oluyordu çocuğu aslında.
  Allah Teala’nın kullarına ne kadar merhametli  olduğunu anlatan cümleyi öğretirken Allah’ın sabi kuluna yapılan merhametsizliği düşündü. Bu olaya şahit  melekler bu trajik duruma nasıl hayret etmişlerdir acaba diye düşündü derviş.
Derviş ellerini açtı ”Allah’ım hocamı affet, besmelenin telaffuzunu ve mahreçlerini bilen fakat, içeriğini ve maksadını kavrayamamış hocamı affet. İyi niyetinden dolayı affet” diye dua etti.
Sonra Ahmet’i düşündü bir daha mektebe gelmeyen bir daha camiye gelmeyen Ahmet’i. Şimdi Ahmet'in ne yaptığını bilmiyordu. Ya bir daha camiye gelmediyse, hocadan soğuduğu gibi dinden de soğuduysa bunun vebalini kim çekerdi acaba?
Bir fikir oluştu zihninde; Diyanet İşleri Başkanlığına bir yazı yazıp, yukarıdaki olayı anlatmayı, sonra “küçüklüğünde veya hayatının herhangi bir döneminde, yanlış metottan  dolayı dinden, camiden uzaklaşanlardan özür dilense bu mümkün olur mu? Mümkün olsa bile acaba bir yararı olur mu?" diye düşündü.

http://www.aliuslu.net/2017/11/tefekkur-hikayeleri.html



DERVİŞ VE BESMELE (1) (Tefekkür yazıları)


  Sabah namazını camide kılan derviş, evine gelip işrak vaktine kadar Kur’an okudu, zikir ve tesbihat yaptı. İşrak vaktiyle birlikte iki rekat namaz kıldı. Sonra tereddüt ettiği bir konuyu araştırmak için bir kitaba yöneldi. Kitabı aldı tam konuyu aramaya koyulmuşken zihninde beliren düşünceye yoğunlaştı.
Yerinden kalkarken gayr-i ihtiyari “Bismillahirrahmanirrahim” demişti. Mütevazi kütüphanesinden kitabı alırken de aynı cümle dökülmüştü dudaklarından. Kitabı açarken de.

Derviş, bu güzel cümleyi günlük  hayatında ne kadar kullandığını düşündü önce.

Geceleri uyandığında besmele çektiğini fark etti. Sabah yatağından kalkerken mutlaka söylerdi.  Abdest alırken, giyinirken, sabah namazı için evden çıkarken. Ayakkabılarını  giyerken, camiye girerken, namaza başlarken, namazların her rekatında Fatiha’ya başlarken besmele okuduğunu düşündü. 
Camiden çıkarken, evine girerken, otururken, zikir ve tesbihata başlarken, kahvaltı yaparken besmele çekiyordu.
Günlük işlerinde de  besmele  bir çok şeyin başında  yer alıyordu. Mesela arabaya binip-inerken, bir şey alırken, elbisesini çıkarırken, asarken. Bir şey yiyip içerken v.b. akşama kadar bir çok davranışında besmele olduğunu, günün sonunda yatağa besmele ile girdiğini düşündü. 
Besmele'nin günlük hayatında en çok kullandığı cümlelerden biri olduğunu fark etti.  Hatta bazen bu cümleyi zikir olarak tekrarlıyordu.  
   Derviş,  tefekkür etmeyi  ibadet olarak görür ve bazı zamanlarını tefekküre ayırırdı. Tefekkür etmek  bir çok durumda mümkündü. Yürürken, yemek yerken, araba kullanırken bile tefekkür edilebiliyordu.
Hayatımıza bu kadar giren cümlenin anlamı, önemi ve tecellilerini düşündü. 
Tevbe suresi hariç bütün sureler besmeleyle başlıyordu. 
Besmelesiz başlanan her işin eksik olacağını bildirilmişti Rasulullah efendimiz (SAV). 
“Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla” başlıyorduk  başlarken söylediğimiz her işe. 
Rahman ismi de Rahim ismi de Rabbimizin rahmetinin, merhametinin öne çıktığı tecelli ettiği isimleriydi.  
Rahmet ve merhamet kavramları, acıma, sevgi, bağışlama, koruma, yardım etme duygularını da barındırıyordu içerisinde. 
"Bu isimlerin tecellileri neydi acaba?" diye düşündü. 
Bize ve hayvanlara verilen rızıklar Onun rahmetinin tecellisiydi.
İnsanların ve hayvanların yavrularını koruyup gözetmesi,  insan ve hayvanlarda yavrusu olan annelerin vücudunda yavrusunun gıdasının hazır olması, ağaçların meyve vermesi, yağmurun yağması, rüzgarın esmesi, Güneşin doğması, hep O'nun rahmetinin tecellisiydi.  
İnsanlara kitap ve peygamber göndermesi, tevbe edenin tevbesini kabul etmesi, af dileyeni affetmesi de O’nun rahmetinin tecellisiydi. 
 Hayatımızı kolaylaştıran şeyleri yaratması veya onu keşfettirmesi O’nun  rahmetinin tecellisiydi.
  Derviş, uzun bir müddet diğer tecellileri de düşündü. Sonra hepsi için gönülden teşekkür etti. 
  
Yaptığı her işe ve bir çok davranışa merhameti bol olan Allah’ın ismiyle başlamanın bir sebebi olmalıydı. Elbette O'nun rahmetini  ve yardımını dilemek,  O'nu hatırlamak ve nimetlerinin farkına varmak en önemli sebeplerdendir, diye düşündü derviş.

"Acaba her gün defalarca tekrarladığı bu güzel cümlenin insanlarda tecellisi ne olmalı?" diye düşündü derviş.
“Merhamet ve merhametin kapsadığı duygular merkezde olmalı” diye mırıldandı.
 "Kendime merhametli olmalıyım. 
Doğaya ve doğadakilere merhametli olmalıyım.
Çevreme merhametli olmalıyım” diye düşündü. 
"O (Allah) rahmeti kendine yazdı"(Merhamet etmeyi kendine ilke edindi) (En'am/54)ayetini hatırladı.
"Benim hayatımda da öncelikli ilkem merhamet olmalı" dedi kendisinin işiteceği kadar bir sesle.
“Sabrı ve merhameti tavsiye edenler”(Beled/17) ayetini hatırladı.
Siz yeryüzündekilere merhamet ederseniz göktekiler de size yardım eder” hadis-i şerifini düşündü. 
Allah Teala'nın "Erhamür-rahimin: Merhamet edenlerin en merhametlisi" (Yusuf/92) olduğunu tekrar hatırladı.
Kendisinin de her zaman merhamete muhtaç olduğunu düşündü.
Allah Teala'nın rahmetini celb etmenin yaratılanlara merhametten geçtiğini, merhametli olunmadan iyi bir müslüman  olunamayacağının farkına vardı.
 Besmele'nin anlamını daha iyi kavradığını hissetti.
İçtenlikle "Bismillahirrahmanirrahim." diyerek yerinden doğrulduğunda, bütün hücrelerinin merhamet duygusuyla dolduğunu hissediyordu.

HAKSIZLIĞA UĞRAYAN YETİM ÇOCUĞUN DUASI

 

Muhterem bir zatın sohbetinde bulunmuştum. Bu zat Kayseri'li idi ve Kayseri'li bir arkadaşının küçükken başından geçen bir olayı anlatmıştı.

Arkadaşı küçük yaşlarda iken, hem annesi hem de babası vefat etmişler, nenesiyle birlikte yaşıyorlarmış. Maddi durumları da oldukça zayıfmış.
 
Bu çocuk hoca mektebinde okuyormuş. Yakın zamana kadar mektepte okuyan talebeler hocalarına perşembe günleri perşembelik götürürlerdi. Çünkü, hocalar maaşlı değildi. ücretini halk verirdi. Ücretler de genelde düşük olurdu. Hocaların masraflarına biraz katkı olması için, hem de hocalar biraz daha gayretli olsunlar diye okuyan talebeler perşembe günleri tahıl, yumurta, para gibi şeyler götürürdü.

    Perşembelik götürmek mecbur değildi ama adettendi. Getirmeyene niye getirmedin denmezdi.
Bahsettiğimiz yetim çocuk fakir olduğu için perşembelik götüremezmiş. Aslında zekiymiş dersine de çalışırmış ama perşembe günleri hoca bir bahaneyle bu çocuğu dövermiş. Çocuk niçin dayak yediğinin farkındaymış.
Nenesine demiş ki:
“Nene! hocam beni perşembe günleri ona bir şey götürmediğim için dövüyor, ama başka şeyleri bahane ediyor. Bana perşembelik ver” Nenesi diyormuş ki:
-Oğlum iki tane tavuğumuz var iki tane yumurtası oluyor. Birini sen yiyorsun birini ben. Başka da bi şeyimiz yok ki.
-O zaman ben mektebe gitmeyeyim!.
-Oh oğlum ne olur git cahil kalırsın.
 
Çarşamba günleri çocuğun içine bir sızı düşermiş. Perşembe günü istemeye istemeye mektebe gider  bahaneyle dayağı yermiş.
.Çarşambayı perşembeye bağlayan bir gece kalkmış, perşembenin sızısı içinde, açmış ellerini Alemlerin Rabbına:
-“Allah'ım! annemi babamı aldın o senin takdirin…Perşembe günleri bu hoca beni dövüyor. Gitmeyeyim diyorum ninem razı olmuyor….Perşembelik götüreceğim ama götürecek bir şey bulamıyorum. Allah'ım ya benim canımı al bu hocadan kurtulayım, ya da bu hocanın canını al”
 
Sabah kalktıklarında hocanın öldüğü haberi duyulmuş. Hem de tam da çocuğun dua ettiği saatlerde…
Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde “Mazlumun (haksızlığa uğrayanın) bedduasından sakın. Çünkü onun duasıyla, Allah arasında duanın kabulüne engel perdeler kalkmıştır." buyururlar.
 
Başka hadislerinde de şöyle buyururlar:
“Üç kişinin duası red olunmaz. (kabul olunur)
Anne-babanın çocukları için yaptığı dua.
Yolcunun duası."
Mazlumun duası (Mazlumun kendisine haksızlık yapanlar için yaptığı beddua.)
 
Bize basit gibi görünen şeyler başkaları için çok önemli olabilir. Haksızlık yapmaktan uzak duralım. Hele muhatabımız korunmasız,gönlü kırık bir yetimse daha dikkatli davranalım.         Ne demiş atalarımız:
“Mazlumun ahı; İndirir şahı.”

DERVİŞ VE RÜZGAR (Tefekkür yazıları)


 Derviş, bir sonbahar günü, havanın iyi olduğunu görünce, uzun zamandan beri gidemediği kırlara gitmeye karar verdi. Abdestini alıp kuşluk vakti yola çıktı. Yolda, her zamanki gibi, hem zikir ve tesbihat yapıyor hem tefekkür ediyordu. Yoruldukça biraz dinlenip, sonra yoluna devam etti.  

Öğleye doğru Güneş epey yakıcı hale gelince yürümenin de etkisiyle epeyce bunaldı. Bir ağacın gölgesine attı kendini. Tatlı bir rüzgar esti. Rüzgar dervişi çok rahatlatmıştı. Rüzgarın ne kadar büyük bir nimet olduğunu düşündü ve şükretti.
Tefekkürünü rüzgar üzerinde yoğunlaştırdı, rüzgarın faydalarını düşündü.
Yağmur bulutlarının sürüklenip yeryüzünün değişik yerlerine dağıtılmasında rüzgarın etkisini düşündü.

Meyvelerin, bitkilerin döllenmesinde, polenlerin taşınmasında rüzgarın etkisini düşündü. Bununla bağlantılı olarak “Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik” ayetini tefekkür etti.

Canlılar için hayati önem taşıyan oksijenin ormanlardan diğer yerlere dağılmasındaki etkisini düşündü.
Meyvelerin, tahılların olgunlaşmasındaki etkisini düşündü.
Özellikle kış günlerinde yerleşim yerlerinde oluşan kirli havanın dağılmasındaki etkisini düşündü.
Denizlerde ve göllerde dalgalar meydana getirip suda yaşayan canlılar için hayati öneme sahip oksijen oluşumunu düşündü.

Sıcaklık ve soğukluğun yeryüzünde dağıtılmasındaki etkisini düşündü.

Elbette bilmediği veya şu anda aklına gelmeyen nice faydaları vardı.
Sonra rüzgarın uzun bir süre Dünyanın hiçbir yerinde esmediğini düşündü. Hayatın ne kadar zorlaşacağı belirdi hayalinde. Bir şerit gibi şunlar geçti hayalinden:

Şehirlerin üstünde, egzoz dumanı, bacalardan çıkan kirli hava , insanların teneffüsünden meydana gelen karbondioksit git gide fazlalaşıyor şehirler yaşanmaz hale geliyordu.
Sıcak memleketlerdeki sıcaklık git gide artıyor hayat ızdıraba dönüşüyordu.

Meyveler ve sebzeler çok az verim veriyor pazarlarda meyve ve sebze çok az bulunuyor. Onlar da çok pahalı oluyordu.

Deniz ve göllerdeki milyarlarca balık ve diğer su canlıları oksijensizlikten ölüp su yüzeyine çıkıyordu. Bir süre sonra da denizlerdeki hayat bitiyordu.

Dünyanın bir çok yerin aylarca yağmur yağmıyor her yer kuruyor, bitkilerin olmaması hayvanların telef olmasına sebep oluyor. Susuzluktan şehirler kokuyor hastalıklar artıyor bir süre sonra da şehirler ölü şehir haline geliyordu.
Çeşmeler diniyor. Akarsu ve nehirler kuruyordu.

İki ayet geldi aklına.
“Rabbinizin nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız” ( Nahl/ 18)
Ellerini açtı derviş ve dedi ki:
“Ey Rabbimiz! Bildiğim ve bilmediğim tüm nimetlerin için sana hamd ediyor ve şükrediyorum. ”Özellikle rüzgar nimetin için teşekkür ediyorum. Yaptığımız hatalar yüzünden veya başka sebeplerden nimetlerini bizden geri alma.
Sonra öbür ayeti düşündü.

“Rabbinizin hangi nimetini inkar edebilirsiniz?” (Rahman suresi)
Derviş gözleri nemli bir şekilde dedi ki:
"Rabbim! Hiçbir nimetini inkar etmiyorum. Bütün nimetlerini itiraf ediyorum. Bilerek nankörlük etmemeye çalışıyorum. Bilmeden yaptığı nankörlüklerimi bağışla. Bizlere nimetlerin farkına varmayı ve onlara hakkıyla şükretmeyi nasip eyle."

KİM BU DERVİŞ?

KAPLICA

                  KAPLICA
(Çocuklara bazı dini konuları kavratmada "örnekleme" ve "soru-cevap" metoduna örnek)

Çocuklar! çevremizdeki kaplıcaları biliyor musunuz?
-Tabii öğretmenim. Hayat bilgisi dersinde ve sosyal bilgiler dersinde öğrenmiştik.
-Peki yakınlardaki kaplıcaları sayabilir misiniz....
-En yakınımızda Göbel kaplıcaları var 5-6 km, sonra Dereli ve Yoncalı kaplıcaları var 25-30 km.


-Kaplıcaya hiç gitmedim diyen var mı?
Yok… tamam öyleyse bana kaplıcaya niçin gidildiğini anlatabilir misiniz?
-Öğretmenim, kimi şifa için gidiyor, kimi de sefa için. Sefa için gelenler yüzüyor eğleniyorlar.
-Çocuklar hangi amaçla gidiyorlar? Veya siz hangi amaçla gidiyordunuz?
-Yüzmek su içerisinde arkadaşlarımızla hoşca vakit geçirmek için…

-Peki günde kaç kez giriyordunuz.?
-Bazen iki bazen bir kez.
-Günde iki kez yıkandığınızda üzerinizde kir , kötü koku vb. kalıyor muydu?
-Hayır öğretmenim. Herkesin yüzü pırıl pırıl oluyor herkes mis gibi kokar orada.
-Ya günde beş kez yıkansa bir kişi…
--Ooo o zaman kirin eseri bile görünmez o kişide.
 

Evet çocuklar Sevgili Peygamberimiz arkadaşlarına şöyle sormuş
“Birilerinin evinin önünden nehir aksa, günde beş kez bu nehirde yıkansa üzerinde kir kalır mı?
Arkadaşları:
-“Kalmaz ya Rasulallah" demişler.
Peygamberimiz:
-“İşte beş vakit kılınan namaz da böyledir.

 Beş vakit namaz kılan kişinin üzerinde 
 günahtan bir şey kalmaz" buyurmuşlar. 

ÖĞRETMENLİK ANLAYIŞIMI DEĞİŞTİREN OLAY.


2000 yılı şubat ayı, 28 şubatın etkisinin hız kazandığı günler. Altı yıl üst üste  başarılarımdan dolayı idarecilerimiz tarafından 90 puanın üzerinde  not verildiği için bir kademe ilerlemesi ödülü aldığım yıl. Okula uyum sağlayamamak bahanesiyle (o zamanki kaymakamın etkisiyle) sürgün ediliyorum çalıştığım İHL. den bir ilköğretim okuluna.
  Gittiğim ilköğretim okulunda, dördüncü sınıflardan sekizinci sınıflara kadar Din kültürü dersine giriyorum.
Yedinci sınıflardan bir şubenin ayrıca sınıf rehber öğretmeniyim. Sınıfta bir kaç kavgacı çocuk var, bir tanesinden bu konuda daha çok şikayet alıyorum. Velisi ilgisiz. Toplantılara bile gelmiyor. Belki de şikayetlerden bıktığı  ve çözüm bulamadığı için gelmiyor.
 Öğrenciye biraz nasihat ediyorum, nasihati dinliyor. “Tamam hocam “diyor fakat çok geçmeden tekrar şikayet geliyor. Aslında öğrenci çok kötü birisi değil ama iradesine sahip olamıyor belki de arkadaşları arasında o şekilde yer edinmeye çalışıyor.
Nasihat kar etmediğinde  tehdit ediyorum bazen de idareye götürüyorum. Orada da tehdit ve farklı muameleler. Netice  sene sonu geldi.
 Ertesi yıl biraz daha büyümüş ve  güçlenmiş olarak okula başladı öğrencimiz. Bu sefer kızlara sözlü sarkıntılıklar da eklendi problemlerine. Biz yine aynı metodu kullanıyoruz nasihat, tehdit . Olmadı idareye götürüp  bir iki  çırpıştırma. Birkaç fasıldan sonra netice  okul bitti.

Bu öğrencimiz ilçede bir liseye gidiyor. Tabi biraz daha büyümüş ve kaslar daha kuvvetlenmiş olarak. Orada öğretmenle kavga ediyor ve okuldan tasdikname ile uzaklaştırılıyor.
Kütahya’da bir liseye kaydını yaptırıyor ne kadar sonra bilmiyorum idareciye bıçak çekiyor veya yaralıyor Örgün eğitimden çıkarma cezası alıyor.
Tavşanlı’da zaman zaman görüyorum ve saygıda kusur etmiyor. Dediğim gibi delikanlı kötü birisi değil fakat fitil kısa ve kızdığı zaman gözünü budaktan esirgemiyor.
                                                         cinayet
Bir gün üç arkadaş cep telefonu muhabbeti yaparlarken tartışma aralarında çıkıyor. Bizimki sinirleniyor. Yakınındaki tostçudan bıçağı kaptığı gibi arkadaşına saplıyor arkadaşı orada hayatını kaybediyor. Diğerinin peşinden koşuyor ama yetişemiyor. Oradan geçmekte olan bir arabayı gasp ederek kaçıyor. Sonraki zamanlarda yakalanıyor.
  Olayı duyduğumda şok oldum. Bu olayda kendi sorumluluğumun olup olmadığını düşündüm.
İlkokulda onu okutan öğretmenini gördüm. Bu olayı konuştuk. Dedi ki:
"Ben o öğrenciden beş yılda en az on defa bıçak almışımdır".
     Bu olay benim öğretmenlik anlayışımı değiştirdi. Geriye dönüp muhasebe yaptığımda gerek ilkokul öğretmeninin, gerek benim, gerekse okul idarenin problemi çözmediğini  (belki de çözemediğini) problemi dondurduğunu fark ettim. Daha değişik şeyler yapılabilir miydi?  Mesela bir psikoloğa götürülebilir miydi. O zaman okulların tamamında PDR eğitimi almış rehber öğretmenler yoktu. Daha farklı muamele yapılabilir miydi? Belki...
   Bundan sonraki yıllarda problemli öğrencilerle daha fazla ilgilendim ve öğretmen arkadaşlarımı bu konuda teşvik ettim. Çünkü bu çocukları başka ülkelere gönderme şansımız olmadığına göre onlarla ilgilenip problemlerini azaltmak bu topluma yapılacak en büyük iyiliktir diye düşündüm ve söyledim.
   Bu tür öğrencilerle ilgilenmek, problemsiz öğrencilerle ilgilenmeye benzemez. Şöyle ki, Çalışkan, problemsiz bir öğrenciyle azıcık ilgilenmek onu başarılı yapar. Siz ve çevreniz bunu görür ve mutlu olursunuz. Fakat on problemi olan öğrenciyle uzun zaman emek verip problem sayısın yediye indirirseniz bu göze çarpmaz. Hala o kişi problemli  olarak görülür. Kimse sizi tebrik etmez. Fakat on problemin yediye inmesi kişi ve toplum açısından çok önemlidir.
    Gittiğim okullardan birisinde çok fazla problemi olan bir öğrenciyi, okul takımına alıp, bir şeyleri bahane edip hediyeler vererek, öğretmen arkadaşların tümünün gayretiyle problemlerinin azaldığını müşahede ettik. O öğrenci iyi bir birey olmadı ama, problemleri azalmış bir birey olarak toplumda yaşamaya devam ediyor.
    İslam hukuku kitabı olan "Mecelle" de şöyle bir madde vardır:
"Def-i mefasit, celb-i menafiden evladır" Yani "Kötülükleri önlemek, faydalı şeyleri yapmaktan daha önceliklidir" diye.

MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...