LANET ETMEK VEYA BUMERANG

       Bumerang sözü size bir şeyler çağrıştırıyordur muhtemelen. Onun ne olduğunu  ilk kez bir belgeselde görmüştüm. Kıvrımlı bir ağaç .İleriye fırlatıyorsunuz döne döne tekrar size geri geliyor. İyi bir atıcı değilseniz attığınız ağaç size isabet edip size zarar verebilir.
    Lanet etmeyi, bumeranga benzetirim. Çünkü Peygamber efendimiz  bu konudaki bir hadisini okumuştum. Şu mealdeydi:
Bir kişi lanet ettiğinde  o söz göğe çıkar, gök kapıları ona kapanır, sonra yere iner, yer ona kapanır (kabul etmez) bu sefer lanet olunan kişiye gider eğer o kişi buna layıksa ona isabet eder, değilse döner lanet eden kişiye isabet eder
 Yani beddua, lanet veya ilenmek birisine isabet ediyor fakat bu her zaman lanet edilen kişi olmuyor, bazen de lanet eden isabet alıyor.
   Bu tür şeyler için Anadolu’da “iki ucu da keskin bıçak” tabiri de kullanılır ki doğrudur. Ne zaman nereyi keseceği belli olmaz.
     Lanetin ne kadar kötü bir şey olduğunu şu olaydan da çıkarabiliriz. Bir gün efendimiz (SAV) bir grup insanla yolculuktaymış. Yolculardan birisinin devesi, muhtemelen sahibini biraz uğraştırmış ki, şahıs üzerinde gittiği devesine yüksek sesle lanet etmiş. Efendimiz  bunu duymuş ve hem oradakilere hem de kıyamete kadar gelecek müminlere ders vermiş.
  “Devenin üzerindeki eşyaları alın ve deveyi salıverin. Zira o deve lanetlenmiştir." (Müslim: Birr)”
 Ve emir aynen uygulanmıştır. Lanet eden şahıs yaptığının ne kadar hatalı ve kötü olduğunu anlamış orada bulunanlar da ağızdan şuursuzca çıkan bazı cümlelerin ne kadar önemli olduğunu öğrenmişler.
   Çok kez filmlerde görmüşüzdür. Adamın arabası olmadık bir yerde bozulur  “….kahretsin” der. Çatışma esnasında silahı arızalanır veya mermisi tükenir , hemen  “….kahretsin” der.
   Toplumda yaygın olarak kullanıldığından bir çok kişi çeşitli şekillerdeki lanet sözlerini en küçük bir olumsuzlukta, insana, hayvana ve eşyaya karşı kullanmaya başlamışlardır. Hatta geçmiş yıllarda sanatçının!  birisi lanet sözlerinden oluşan bir şarkı bile yapmıştı.
   Bilinçli müslümanlar böyle şeylerden uzak durmalıdır.
Peygamber Efendimiz: “mü’min lanet edici değildir” (Tirmizi: Birr )buyurarak bizleri uyarmıştır.

DERVİŞİN KIRILAN VAZOSU (Tefekkür yazıları)


   Dervişin arkadaşlarından birisi, kendisine anlatılan bir meseleden dolayı dervişe kızdı. Dakikalar geçtikçe, kızgınlığı giderek büyüyüp öfke halini aldı.
   Doğru dervişin evine gidip, ziline bastı. Derviş kapıyı açıp daha hoş geldin bile diyemeden, öfkesinden adeta deliye dönmüş arkadaşı  içinde biriken öfkesini dervişe boşalttı. Ağzına geleni söylüyor bazen sitem bazen hakaret ediyordu.
  O konuşurken derviş başı öne eğik vaziyette sadece dinledi. Biliyordu ki cevap vermeye kalksa iş daha da büyüyecek, belki yumruklar konuşacaktı. Bunun için sabırla ve üzüntüyle arkadaşını dinledi.
Arkadaşı sözünü bitirip gitmek üzereyken, derviş sakin olmaya çalışarak. "Sözün bittiyse beni dinleyebilir misin?" dedi.
Arkadaşı, "senin gibi birisini dinlemek istemiyorum" deyince, derviş kararlı bir biçimde
"Yoo, bu iş o kadar kolay değil. Evime gelip, bunca hakaret ettiğin halde ben seni sonuna kadar dinledim. Şimdi de sen beni sözümü kesmeden dinleyeceksin. Ondan sonra istediğin yere gidebilirsin." dedi. 
Arkadaşı öfkesi biraz geçmiş ve kırgın vaziyette dervişi dinledi.
Derviş meseleyi anlattı. Arkadaşının söylediği bir çok şeyin kendisiyle alakalı olmadığını, ya yanlış anladığını veya yanlış anlatıldığını söyledi. Hatta şahitlik yapabilecek kimseleri de söyledi. "Hala tereddüdün varsa hemen arabaya binip şahitleri de alıp o kişilerle yüzleşelim" dedi.
   Dervişin bu kararlı ve kendinden emin konuşması karşısında arkadaşı epey yumuşadı ve dervişe söylediklerinden dolayı içten içe pişmanlık duymaya başladı.
   Derviş arkadaşını evine buyur etti. Fakat arkadaşı mahcubiyetinden dolayı eve girmek istemedi. Müsaade isteyerek ayrıldı.
  Dervişin arkadaşı, normalde sakin ve güzel ahlaklı bir kişiydi. Fakat, çabuk öfkelenen ve çarçabuk öfkesi geçen birisiydi. Aniden öfkelenir, öfkelendiğinde sanki başka bir kişiliğe bürünürdü. Daha önceleri de bu şiddette olmasa da dervişe kızıp sonra özür dilemişti.
   Mahcubiyet duyguları içerisinde evine gitti. Evinde, içindeki mahcubiyet duyguları iyice artan arkadaşı, gidip çiçekçiden bir buket alıp doğru dervişin evine gitti. Tekrar zile basıp bekledi. Kapıya gelen derviş arkadaşını evine buyur etti.
 Arkadaşı çiçeği dervişe verip olanlardan özür diledi. Derviş, " önemli değil" dedi, demesine de sesinden arkadaşına olan kırgınlığı belli oluyordu.
 Derviş, kolay kolay darılmazdı, ama önemli şeylerde kırılırdı ve bu kırgınlığı hemen geçivermezdi.
Oysa arkadaşı, kısa zaman içerisinde adeta yaz yağmurunun bulutları gibi, kararmış, gürlemiş, yağmış ve birden yüzünün gülleri açmıştı.
Özür dilediğinde bir anda her şey eskisi gibi olsun, derviş ona eski samimi haliyle konuşup davransın istiyordu.
Dervişe bir şeyler soruyor, derviş ise mümkün mertebe kısa cevaplarla geçiştiriyordu. Derviş yapmacık davranmaktan da hoşlanmazdı.
Arkadaşı dervişe:
-Derviş! Tamam hatamı anladım ve özür diledim. Fakat senin hala kırgınlığın devam ediyor. Bana eskisi gibi samimi davranmıyorsun. deyince; Derviş masadaki vazoyu alıp birden yere bıraktı. Paramparça olan vazoyu gösterip bu vazoyu yapıştırırsan sana eskisi gibi davranabilirim dedi.
   El becerisi oldukça iyi olan arkadaşı hemen kolları sıvayarak işe başladı. O vazo parçalarını birleştirmeye çalışırken, derviş bir kitap alıp okumaya koyuldu.
İki saate yakın bir zaman sonra arkadaşı dervişe seslenerek " tamam birleştirdim" dedi. O zaman içerisinde biraz daha kendine gelmiş olan derviş, vazoyu eline alıp "brova iyi toparlamışsın" dedi.
Sonra arkadaşına sordu, ne kadar zamanda toparlayabildin?
Arkadaşı "iki saate yakın" dedi. Peki ne kadar zamanda kırılmıştı bu vazo diye sordu. Arkadaşının cevap vermesini beklemeden "iki saniyede değil mi?" dedi.
Sonra arkadaşına dönerek yavaş yavaş anlattı.
-Bak arkadaşım! Küçük bir dikkatsizlik sebebiyle bile iki saniyede kırılan vazo, ancak iki saatte, dikkatini vererek toparlanabiliyor.
Kalp kırmak da böyledir. İki saniyede kırabilirsin ama onarması iki saniyede olmaz. Biraz zaman gerekir.
İkinci olarak, ne kadar yapıştırsan da izleri duruyor değil mi? İşte kalp de böyledir. Bir kez kırılınca o artık hiçbir zaman kırılmamış gibi olmayacaktır ve izi kalacaktır.
Üstünden farklı şeyler yapıp izlerini kaybettirsen bile içte o izler kalmaya devam edecektir.
Bak vazoda küçük de olsa birkaç parça eksik. Çünkü neredeyse bulunması imkansız. İşte kalp de böyledir. Kırılan kalpten illaki bir şeyler eksilir kırana karşı.
Bak güzel kardeşim. Bir şey duyduğunda hemen öfkelenip duyduğun şey mutlak doğruymuş gibi hareket etme. Önce bir araştır. Söyleyeceklerini ölç, tart. İllaki söylemen gerekiyorsa ertesi gün de söyleyebilirsin. Ama aceleyle karar verirsen geri dönüşü zordur.
Gelip bana sitem ve hakaret edeceğine, Sakinleştikten sonra gelip, şöyle bir şeyler duydum, meselenin aslı nedir diye sorsaydın bu durum olmazdı. Senden ricam bundan sonra daha dikkatli olmandır. Hızır aleyhisselam Hz. Musa'nın ancak üç kez özrünü kabul edip üçten sonra yolları ayırmıştır. Demem o ki, insan hata yapabilir, hatasını anladığında da özür diler, ki bu da büyük bir erdemdir. Lakin önemli olan hata yapmamaya çalışmaktır. insanlar arasında sınırsız özür olmaz."
Dervişin arkadaşı dervişi başı önde dikkatlice dinledi. Derviş haklıydı. Özür dilemekten daha önemli olan hata yapmamaya çalışmaktı. Teşekkür ederek dervişten izin aldı.
Evine giderken kendi eksikliklerini daha fazla farketmiş ve düzeltmek için planlar yapıyordu.
Diğer derviş yazıları: http://www.aliuslu.net/2017/11/tefekkur-hikayeleri.html

 

ADALETİN YERİNİ BULMASI (İbretlik olaylar)


   Yaşanmış ibretlik olaylar küçüklüğümden beri hep dikkatimi çekmiştir. Dinlediğim bu tür olaylar hala hafızamdadır. Yeri geldiğinde de çevremle paylaşırım.
Bu olaylardan birisi de rahmetli dedemin bana anlattığı şu olaydı:
Tavşanlı’nın yakın köylerinden birinde av tüfeğiyle bir cinayet işlenir. Olayın faili tesbit edilemez.
 Maktulün, aynı köyden Osman isminde (dedemin de tanıdığı) bir hasmı varmış. Osman isimli şahıs olay günü av tüfeğiyle cinayetin işlendiği yere yakın bir mevkide görülmüş. Dolayısıyla Osman, zanlı durumuna düşmüş. Bu şahıs hasmıyla tartıştığı bir sırada o anki psikolojiyle “seni geberteceğim” gibi tehditkar sözler de söylemiş imiş. Bu sözler de aleyhinde delil olarak kullanılmış. Neticede mahkeme, cinayeti onun işlediğine hükmetmiş ve Osman isimli şahıs cinayetten hüküm giymiş.
Osman hapishanede yatarken bir dostu ziyaretine gitmiş. Sohbet esnasında Osman, arkadaşına demiş ki:
-Arkadaş! sana bir itirafta bulunayım. Öldürülen şahsı sevmezdim, aramızda husumet vardı. Ama onu ben öldürmedim. Kimin öldürdüğünü de bilmiyorum. Yalnız başka bir mesele var. Ben yıllar önce Yaylacık dağında bir şahsı öldürmüştüm. Hiç bir delil de bırakmamıştım. O cinayet faili meçhul olarak kalmıştı. Herhalde ben o suçun cezası olarak cezaevindeyim.
 Gördüğümüz gibi bazen adalet farklı şekillerde de tecelli edebilir.
 Bir de şöyle bir söz vardır. “Allah Teala imhal eder, fakat ihmal etmez” diye . Yani: “Allah Teala mühlet verir ama ihmal etmez.”
Tabii bu işin bu aleme bakan kısmı. Zaten öbür alemde kim ne yaptıysa ve niçin yaptıysa ortaya çıkacak. Çünkü o gün kimsenin yaptıklarını gizleme ihtimali yoktur.
Zilzal suresinde buyurulur ki:  "Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür; Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür."

Diğer yazılarımız için: www.aliuslu.net

KÜLTÜREL MÜSLÜMANLIK


       Yıllar önce Kütahya’da yakın tarih ile ilgili bir panel yapılmıştı. Panelde üç konuşmacı vardı. Konuşmacılardan birisi de o zamanlar ateist olan(daha sonraları agnostik olduğunu söyledi) Prof. Mete Tuncay idi. Panelin konuşma bölümü tamamlandı, soru-cevap faslına geçildi. Sorular yazılı olarak paneli yöneten kişiye veriliyor, o da uygun gördüğü soruları ilgili panelistlere soruyordu.

    Dinleyicilerden birisinin sorusu Mete Tuncay’a yönelikti ve şu anlamda soru sormuştu:

-Sayın Tuncay, sizin  ateist olduğunuzu biliyoruz. Fakat konuşmanızda bazen “ İnşaallah” dediğinize şahit olduk İnşaallah “Allah dilerse” demektir. Hem Allaha inanmıyorsunuz hem de Allah dilerse diyorsunuz bu bir çelişki değilmidir?

   Benim de bu çelişki dikkatimi çektiğinden cevaba dikkat kesildim. Mete Tuncay şu anlama gelecek  cevaplar verdi.

-Bu çelişki değildir. Ben inanç olarak müslüman değilim ama kültürel olarak müslümanım. Ben bu topraklarda yetiştim. Bu kültürde yetiştim. Bundan dolayı selam verirken “selamun aleyküm" derim. Duruma göre "İnşaallah", "maşallah" derim. Bir yerden ayrılırken “Allaha ısmarladık” derim. Domuz eti yemem daha doğrusu yiyemem.
  Buna benzer şeyler söyledi sayın Tuncay. Düşündüm ve kendisine hak verdim.

 

 

PEYGAMBER EFENDİMİZİN KONUŞMASI

    Peygamber efendimiz, kendi terbiyesiyle alakalı “Beni Rabbim terbiye etti  ve terbiyemi, en güzel  şekilde yaptı.” Buyuruyorlar. 
    Rabbimiz, Peygamberimizi nasıl terbiye etmiş olabilir?
Cebrail  (ASM) ile terbiye etmiş olabilir.
 Kalbine ilham vermiş olabilir. vs.
 Ama esas terbiyeyi Kur’anla yapmıştır.  Çünkü Hz. Aişe annemiz, Peygamberimizin ahlakını soran sahabiye “O’nun ahlakı Kurandı” buyurmuşlardır. Bu çalışmamızda Peygamber efendimizin konuşmasını ele alıp, O’nun konuşma konusunda referans aldığı Kuran ayetlerini zikretmeye çalışacağım.                                                                                                                                                                                                                             
Peygamber efendimizin konuşma  adabı, ashab-ı  kiram tarafından aktarılmış ve bizlere kadar ulaşmıştır.
Peygamber efendimiz her zaman doğru konuşurdu.
 “Ey iman edenler  Allaha karşı gelmekten sakının (takva sahibi olun) ve  doğru söz söyleyin.”(Ahzap/70)
“… Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…”(Hud/112)
Peygamber efendimiz yalan söylemezdi.
“… Ve yalan sözden sakının.” (Hac/30)
Peygamber efendimiz söz verince mutlaka yerine getirirdi.
 “ Ey iman edenler akitlerinizi yerine getirin…”(Maide/1)
“ … Ve verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (İsra/34)
 “ Hayır! Kim sözünü yerine getirir ve  (günahtan ) korunursa, şüphesiz ki Allah müttakileri sever.(Al-i İmran/76)
Peygamber efendimiz kırıcı konuşmazdı.  Hakaret etmezdi. İltifat ederdi.
 “Kullarıma söyle en güzel şekilde konuşsunlar. Yoksa şeytan aralarını bozar…” (İsra/53)
Peygamber efendimiz boş konuşmazdı.
“Müminler kurtuluşa ermişlerdir….. ki onlar boş ve yararsız şeylerden uzak dururlar.”(Müminun/3)
 “ Onlar ki, yalan yere şahitlik etmezler ve boş ve yararsız  konuşulan yere uğradıklarında oradan vakarla uzaklaşırlar.”(Furkan/72)
Peygamberimiz, konuşurken hak ve adaleti gözetirdi. Kimseyi kayırmazdı.
“… Ve söz söylediğiniz zaman yakınlarınız dahi olsa adaletli olun.”(En'am/152)
Peygamberimiz çirkin şeyler konuşmazdı.
“ Allah çirkin sözün açıkça söylenmesini sevmez…” (Nisa/148)
Peygamberimiz dedi kodu yapmazdı.
“… ve birbirinizin gıybetini yapmayın.” (Hucurat/12)
Peygamberimiz alaylı konuşmazdı.
“Hümeze ve lümezeye yazıklar olsun” (Hümeze suresi /1)
“Bir topluluk diğerini alaya almasın…” (Hucurat / 11)
Peygamberimizin konuşmalarında su-i zan ( kötü zan) olmazdı.
“ Ey inananlar zannın çoğundan sakının zira zannın bir kısmı günahtır…” (Hucurat /12)
Peygamber efendimiz kendisine konuşanı dikkatle dinerdi.
 “Onlar ki sözü dinleyip en güzeline uyarlar.”(Zümer/18)
Peygamberimiz kızdığı zaman da sözlerine dikkat eder, kendini kaybetmezdi.
“O müttakiler…   öfkelerini yutarlar (öfkelerine hakim olurlar).(Al-i İmran/133)
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi peygamberimizin bize kadar ulaşan  konuşma adabının tamamı Kur’anda  bahsedilmiştir. Belki Cebrail (ASM) Bu ayetlerin en güzel uygulama biçimlerini öğretmiştir.
   Peki bu ayetler Peygamber efendimizi terbiye ettiği halde birçoğumuzu niçin tam terbiye etmemiştir?
    Peygamber efendimiz, her ayeti çok önemsemiş, üzerinde düşünmüş, ayetin kendisinden istediği şeyi kavrayıp gereğini yerine getirmiştir.
Bizler ise okuduğumuz ayetlerin üzerinde tam düşünmediğimiz için, ayetlerin bizden istediğini de tam kavrayamamış olmamızdan, veya gerektiği gibi önemsemeyip gaflet gösterdiğimizden kaynaklanmaktadır.
   Bizler de peygamberimizin dikkat edip önemsediği şekilde bu ayetleri önemsemeyip gereğini yerine getirmek için gayret gösterirsek, bu ayetler bizi de güzel terbiye ederler.

AYAKLI KÜTÜPHANE


AYAKLI KÜTÜPHANE
Rivayet olunur ki, bir zamanlar kendisine “ayaklı kütüphane” denilen, gerçekten de ilmi seviyesi yüksek, hemen her konuda malumat sahibi bir zat varmış.
Ne var ki bu büyük alim, ilminden dolayı biraz mağrur imiş ve başkalarının ilmini küçümsermiş. Oralarda yaşayan ilmi seviyesi normal fakat arif bir zat varmış.
Bir gün o alimin huzuruna varıp
“Hocam! müsadeniz olursa bir sualim var.” demiş. ...
Alim zat:
-“Sorr bakalım ne soracaksan”. Demiş. Ama bunu söyleyişi bile içinde gizli bir gurur –kibir barındırıyormuş.
O arif zât:
-Hocam! Bütün peygamberlerin bilgisini toplasak, Allah Teala’nın ilmi yanında ne kadar yer tutar. Demiş.
Alim şahıs, eline bir ağaç dalı (çomak) alarak hızlı bir şekilde yürürken bir yandan da, elindeki çomakla çok büyük bir daire çizmiş. Sonra da ortasına bir nokta koymuş. Ve demiş ki:
-Gerçi benzetme uygun değil ama, daha iyi izah edebilmek için bu örneği veriyorum. Allah’ın ilmini bu büyük daire kabul etsek, ki ondan çok daha fazladır. Bütün peygamberlerin ilmi ancak bu ortadaki nokta kadar kalır.
 Arif şahıs başka bir soru daha sormuş.
-Peki hocam, sizin ilminiz bu noktanın ne kadarını kapsıyor?
 Hoca cevap vermemiş veya verememiş. “Bu soruyu sorana değil sordurana bak” demiş kendi kendine. Hatasını fark etmiş. İstiğfar etmiş.
Allah Teala'nın bahşettiği bazı nimetler bazı kimselerde kibir meydana getirebilir. Genelde bu gibi nimetler, zenginlik, güzellik- yakışıklılık, makam-mevki, zeka- bilgi, gibi nimetlerdir.
Halbuki bunlar şükre vesile olması gereken nimetlerdir.

 Yüce Kitabımızda (Nahl/23): “Muhakkaki Allah büyüklük taslayanları (kibirlenenleri) sevmez.” Buyurulur.

Sevgili peygamberimiz:  “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez.” diye buyurduktan sonra kibrin iki önemli belirtisini aktarmış. “Kibir hakkı (gerçekleri) kabul etmemek ve başkalarını küçümsemektir.”
Diğer yazılarımız için: www.aliuslu.net

 

KÖR, SAĞIR, DİLSİZ VE YÜZÜKOYUN DİRİLTİLMEK..

     İmam Hatip Lisesinde meslek dersleri öğretmeni olduğumuz için, öğrencileri imamlık, müezzinlik ve vaaz görevleri için hazırlar sonra da yetenekli öğrencileri imkanlar ölçüsünde camilere götürür tatbikat yaptırırız. Böylece hem öğrencileri mesleğe hazırlar hem de yeni kişilerle tanışmış oluruz.
     Bir Ramazan günü  böyle bir tatbikat için bir-kaç öğrenciyle birlikte ilçeye yaklaşık 15 km uzaklıktaki o zamanlar köy olan Gürağaç’a gittik. Bir öğrencimiz namazdan önce camiide vaaz edecek, bir öğrencimiz teravih kıldıracak,  iki öğrencimiz ezan okuyup kamet getirecek. Bir-kaç öğrencimiz de teravih namazının aralarında ilahiler-ümniyyeler okuyacak, biz de onlara rehberlik edecektik.
    Okul idaresi daha önceden gerekli mercilere haber veriyorlardı. Bu sefer de verilmişti. O köyün güzel bir gelenekleri varmış. Ramazan ayında her gün bir ev görevlendirilir, o aile o gün evini misafir gelecek biçimde hazırlar ve yemeğini ona göre yaparmış. vakitli-vakitsiz köye bir misafir gelirse o eve yönlendirilirmiş.
      Biz akşama yakın köye vardığımızda o günkü nöbetçi eve götürdüler.Daha once haber verildiği için de ev sahibi sağolsun daha bir hazırlanmış. Biz iftarı beklerken 10 dakika kala bir şahıs daha getirdiler. Bu şahsın iki gözü de kördü, kulakları sağırdı ve konuşamıyordu. dilsizdi yani.
   O zamana kadar görme engelliler görmüştüm. Hatta fakülte dördüncü sınıfa giderken on kadar arkadaş bir vakıf evinde kalmıştık ve arkadaşımızın birisi görme engelliydi. Onların gözü görmüyordu ama işitiyor ve konuşuyorlardı.
   İşitme engellileri de görmüştüm ortaokul yıllarında mahallemizde böyle bir arkadaş vardı ve bizimle gayet iyi anlaşırdı. Onlar da duyamıyorlar ve duyamadıkları için de konuşamıyorlardı. Ama görüyorlar ve işaretlerle anlaşıyorlardı.

Fakat bu yeni gördüğümüz şahsın durumu çok zordu. Ayrı bir yere tepside yemek getirdi ev sahibi. Dış dünya ile ilişkisini sadece dokunma yoluyla sağlıyabiliyordu. Ben de bir yandan yemeğimi yerken diğer taraftan o şahsı gözlemledim. O kadar zor bir hayatı vardı ki anlatamam.
  İsra suresi 97. ayet geldi aklıma…
"Allah kimi doğru yola iletirse işte o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa böyleleri için O'nun dışında dostlar bulamazsın. Onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzüstü haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir. Cehennemin ateşi dindikçe, onlara çılgın ateşi artırırız."(1)
Bu ayeti düşündüm. Mahşerde kör, sağır dilsiz olarak haşrolan bir de yüzükoyon yürümeye çalışan  insanları...
  Bu Ayet-i Kerimeyi düşünürken şöyle bir manzara canlandı gözümde:
 Sur'a ikinci kez üflenmiş ve bütün insanlar tekrar dirilmişler. Her yer insan… 
iğne atsan yere düşmeyecek. Ve yukarıda bahsedilen biçimde haşrolan insanlar.
Nereye gideceğini   göremiyor, bilemiyor, soramıyor, konuşamıyor, Konuşulanı duyamıyor. İnsanların ayakları altında eziliyor ve üzerine basan kişilere bir şey diyemiyorlar. Rabbim böyle duruma düşmekten muhafaza buyursun. 


Taha/125. ayette ise bazı insanların kör olarak dirileceği bildirilir.
”Rabbim! beni niçin kör olarak dirillttin .Halbuki ben  dünyada görüyor idim“
(Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!"(Tâhâ : 126)

     Furkan suresinde Rabbimizin has kullarından bahsedilir ve bir bölümünde “O (has kullar ki) kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında onlara karşı kör ve sağır davranmazlar” Yani ayetleri duymamış görmemiş gibi olmazlar gerekli öğütleri alıp gereğini yaparlar.
Rabbim bizleri de bu has kullarından eylesin.
_________________________________________________________
(1) Allah Teala'nın dilediğini doğru yola iletmesi, dilediğini saptırması hakkında linkteki yazımızı okuyabilirsiniz:  http://www.aliuslu.net/2017/12/cok-sorulan-bir-soru.html

Diğer yazılarımız için: www.aliuslu.net

İÇİNİZ Mİ DARALIYOR?


İçin mi daralıyor?
Sebepsiz yere can sıkıntısı mı çekiyorsun?
Sıkıntı senin içindeyse şayet, evinin genişliği hatta, Dünyanın genişliği sana fayda vermez.
Bir şeyleri değiştirince, veya mekanları değiştirince sıkıntının gideceğini zannedersin. Fakat bu zan boşunadır.

Çünkü problem senin içinde ve gittiğin her yere onu da götürüyorsun.
Bu durum, ağzı kokan kişinin gittiği her yerde kokuyu duymasına benzer.
Peki çare var mıdır?
 Evet, Yüce Kitabımız çareyi gösteriyor:
“…Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı anmakla huzura kavuşur."(Ra'd suresi/ 28)

 
Başka yerlerde, boş yere huzur arama. Huzur yanı başında... seccadende.
Diğer yazılarımız için: www.aliuslu.net
 

MERHAMET DİNİ/ MERHAMETLİLERİN DİNİ "İSLAM"

      İslam Dini'nin temelinde "merhamet" vardır. Çünkü:
1- “Bismillahirrahmanirrahim” cümlesini söylerken başladığımız işe,  sınırsız merhamet sahibi olan Allah'ın ismiyle başlamış oluruz.
2-Her gün defalarca okuduğumuz Fatiha Suresi’nin ikinci ayetinde (Er-rahman'ir-rahim) Rabbimizin sonsuz merhametini söyler ve hatırlarız.
3- Namazlarımızın sonunda, sağımıza ve solumuza selam verirken," (Esselamu aleyküm ve rahmetullah) yani: Allah’ın salami ve rahmeti üzerinize olsun.”Temenni ve duasında bulunuruz.
4-Sevgili peygamberimiz için Kur’anda : “Biz seni  alemlere rahmet olarak gönderdik” (21/ 107) buyurulur.
5- Beled  Suresi 17. Ayetinde İslam'ın zirvesine  ulaşacak kimselerin özelliklerinden bahsederken: “Birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye etmelerinden” bahseder.
6-Kur’an-ı Kerim’in 113 suresi  besmele ile başlar. 
 7- Kur’anda çok geçen kelime ve kavramlar, İçerisinde merhamet barındıran “Er-Rahman, Er-Rahim, Rahmet, El_Afüvv, El_Ğafur, Et-tevvab” kelimeleridir.

 8- Allah Teala Kuranda "merhamet etmeyi kendine yazdığı ( ilke edindiğini)" haber  veriyor. (Bakınız: En'am 12 ve 54) 
O halde:
Allah'ımız merhametlidir.
Peygamberimiz merhametlidir.
Allah Teala kitabında merhametli insanları över.

Acaba bizler ne kadar merhametliyiz?

Kimlere /nelere karşı merhametli olmalıyız?
 Kendimize, ailemize, diğer insanlara, hayvanlara, bitkilere, doğaya karşı..


Diğer yazılarımız için: www.aliuslu.net
 

TEMİZ ERKEKLER TEMİZ KADINLARA...


  Günlerden bir gün bir tanıdığın mekanında hasbihal ediyoruz. Derken kapıdan, şahsen tanıdığım ama o zamana kadar bende olumsuz izlenimler bırakan bir kişi girdi odaya. Mekan sahibinin elini öpmeye çalıştı. Paraya acilen ihtiyacı olduğunu hissettirecek şeyler söyledi. O arkadaş o zamanki parayla 20 TL Verdi. Gelen şahıs  teşekkür ederek ayrıldı.
    Şahıs gittikten sonra mekan sahibi , şahsı tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de şahsen tanıdığımı ama detaylarını bilmediğimi söyledim.
   Meğer eski arkadaşlarındanmış. “ Sonraları pis işlere bulaştı.” Dedi ve ekledi:
-Tertemiz karısı ve çocukları vardı. Karısını boşadı. Tabii çocuklar da annelerinin yanında kaldı. Sonra da kötü yolda olan  bir kadınla evlendi. Şimdi onunla yaşıyor.
Birden midemin bulandığını hissettim. Aynı zamanda Kur’an-ı  Kerim’de defalarca okuduğum halde hikmetini pek düşünmediğim ayetin hikmeti ışıldadı beynimde.
     Nur suresinde zina eden bir erkeğin ancak zina eden  veya müşrik bir kadınla evlenebileceği, zina eden bir kadının da ancak zina eden veya müşrik bir erkekle evlenebileceği belirtiliyordu.
"Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır."(Nûr : 3)
Ardından da temiz(zinaya bulaşmamış  manen kirlenmemiş, namuslu) erkeklerle temiz  kadınların birbirlerine layık olduklarını, Habis(zina yapmış, manen kirlenmiş) erkeklerle habis kadınların  birbirlerine layık olduklarını belirtiyordu.
" Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz  (namuslu) kadınlar temiz (namuslu) erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara layıktır..."(Nûr : 26)
   Yukarıdaki olayı ve benzer olayları, numaralarını verdiğim ayetlerle birlikte düşündüğümde şu sonuçlara ulaştım.
     Ruhen kirlenmiş bir erkek çevre baskısından veya başka sebeplerle temiz bir bayanla evleniyor. Her ne kadar bedenleri evlense de ruhları birbirine uyum sağlamıyor, sağlayamıyor. Ruhen temiz olan eşinden, ruhen zevk alamayan kirlenmiş erkek,  gözünü dışarıya dikiyor, ancak kendisi gibi kirlenmiş habis kadınlarla ruhen uyuşabiliyor. Bu evlilik, çevre baskısına göre ya mutsuz bir şekilde devam ediyor (tabi erkeğin gözü hep dışarıda) ya da baskı azalınca ayıp kavramı kalkınca boşanıp kendisi gibi habis kişilerle evleniliyor.
    Tabi bu habisleşmiş kadınlar için de böyle oluyor. O da temiz eşle mutlu olamıyor fırsatını bulduğunda habisleşmiş bir kişiyi buluyordu.
   Elbette, can-ı  gönülden yapılmış, gerçekten pişman olunarak yapılmış tevbe sahiplerini ayrı tutuyorum.
Demek zina fiili kişiyi manen düşürüyor,
Rabbimiz Kuranda bizi hem uyarıyor hem de nehyediyor:
sakın zinaya yaklaşmayın. çünkü o, son derece çirkin bir  iştir  ve çok kötü bir yoldur”  (isra/32)

      Diğer yazılarımız için www.aliuslu.net
 

CİNLERİN KAYBOLAN CÜZDANI BULMASI

 

Muhtemelen 1986 yılında Sur dergisinde bir vatandaşın başından geçen ilginç bir olay okumuştum.  Olayın detaylarını unuttum. Fakat, aklımda kalan ana hatlarını anlatayım.
Olay Güneydoğuda geçiyor,  Normal işinin yanında bağcılıkla uğraşan dindar bir şahıs, yirmi yıldır tanıdığı hergün camiye gelen piyasa iççisi komşusuyla pazar günü bağda çalışmak üzere anlaşırlar.
Pazar günü gidip akşama kadar çalışırlar. Yanlarına hiç kimse gelmez. Akşam dönüşte mal sahibi ceketini giyer, para vermek için elini cüzdanına attığında cüzdanının olmadığını farkeder. “Acaba evde mi unuttum” diye düşünür önce. Çünkü yirmi yıldır tanıdığı komşusunun böyle bir şey yapacağına ihtimal vermez.
Evine geldiğinde  sağa sola, bakılacak yerlere bakar, cüzdan yok. Aklı karışmaya başlar. Cin işleriyle uğraşan meşhur bir kişiye gider. Cüzdanının kaybolduğunu söyler.
Bir müddet sonra, Hoca dedikleri o adam derki:
“Beyefendi sen, birkaç gün önce birisiyle bağa çalışmaya gitmişsin. Ceketini bir ağaca asmışsın. Çalışırken ceketten uzaklaşmışsınız. Senin işçi tuvalet bahanesiyle oraya gitmiş ceketi yoklamış. Cüzdanı almış. Paraları cebine atmış. Cüzdan delil olmasın diye boş cüzdanı falan ağacın dibine atmış.”
Adam aracına binip doğru bağına gider. Tam da cincinin dediği yerde boş cüzdanı bulur. Bir şeyden haberi yokmuş gibi, işçiye gider ve önümüzdeki pazar günü tekrar bağa gidip çalışmayı teklif eder. Fakat işçide hiçbir tedirginlik yoktur. İşçinin sanki hiçbir şey olmamış gibi davranması onu biraz daha kızdırır.
Pazar günü yine beraber bağa giderler. Mal sahibi hazırlıklıdır. Yani yanına silah falan almıştır. Fakat bir şey belli etmemeye çalışır.
Bağda çalışmaya başlarlar. Adamın niyeti bir zamanını bulup mevzuyu açmak ve paraları kurtarmaktır. Saat dokuz buçuk, on sularında  bahçeye iki jandarma ve bir jandarma çavuşu gelirler. Selam -kelamdan sonra çavuş, geçen hafta burada çalışıp çalışmadıklarını sorar. Olumlu cevap alınca parası kaybolan var mı diye sorar. Mal sahibi mevzuyu anlatır.
Çavuş derki:
“Beyefendi bizim askerin birisinin parası yoktu. Havalesi de gelmemişti (o zamanlar paralar posta havalesiyle gelirdi.) üzerinden fazla miktarda para çıkınca şüphelendik, rüşvet mi aldın, hırsızlık mı yaptın diye sıkıştırınca buradan aldığını itiraf etti. Kusura bakmayın." Der ve parayı sahibine verir.
Meğer onlar yukarıda çalışırlarken karakola kestirmeden giden asker, bağın alt tarafından geçerken (ki kimse onu farketmemiştir) ağaçta ceketi görür, ceketi yoklar cüzdanı alır, parayı cebe atıp boş cüzdanı bir yere fırlatır.
   Şimdi gelelim asıl konumuza. Askerler gelip mal sahibine durumu izah etmeseydi acaba neler olurdu? Muhtemelen şunlar olurdu:
1-Yıllardır tanışan iki komşu birbirine hasım olurdu.
2-Cincinin anlattıkları ve boş cüzdanın bulunması dahil bütün deliller, işçiyi suçlu gösterdiğinden çevredeki  bu olayı duyan hemen herkes işçinin aleyhinde konuşacak, iftira ve gıybete ortak olacaktı.
3-Namusuyla ve alınteriyle yaşayan dindar ve ahlaklı işçi, zan altında kalacak toplum tarafından dışlanacaktı.
4-İşçi ve ailesi, işlemedikleri bir suçun üzerlerine atılmasından dolayı kötü duruma düşecek, belki hasta olacak, belki de orayı terk etmek durumunda kalacaklardı.
5-Belki ailesi işçinin bu işi yaptığına inanıp aile faciası yaşanacaktı. 
 Bu olaydan ne gibi dersler çıkarabiliriz:
En kötü yalan, bir kısmı doğru olup insanların rahatlıkla inanabileceği yalandır. Bu olayda cinci yalan söylemiş olabilir, o doğru söylese bile cin yalan söyleyebilir. Söylemem o ki, cincilerin verdiği haberlere karşı uyanık olun. Yoksa Ahiretinizi perişan edebilirsiniz. Cincilerin söylediğine inanmak, sizi en yakınlarınıza düşman yapabilir.
 diğer yazılarımız için: www.aliuslu.net

KARARI KADAR


    Rivayet olunur ki Osmanlılar döneminde, Avrupa devlet erkanından birtakım kimseler Padişaha misafir olmuşlar.
Yedikleri bazı yemekler çok hoşlarına gitmiş. Padişahtan izin alarak bu yemeklerin tarifini aşçılardan istemişler.
Bizim aşçılar yemeklerin tarifini vermişler ama onlar tarifi  bir türlü tam anlayamamışlar.
   Çünkü bizim aşçılarımız usta -çırak geleneğine göre yetiştikleri için ölçüleri “kararı kadarmış.”
Mesela aşçılar diyorlarmış ki; “Önce kararı kadar yağ koyacaksınız, karar ateşte kararı kadar kızartacaksınız. Sonra üzerine kararı kadar kuzu eti veya falan sebzelerden ilave edip, kararı kadar karıştıracaksınız. Kararı kadar su ve tuz ilave edip, kararı kadar fırında bekleteceksiniz.”
   Osmanlı mutfağının aşçıları tabi her birisi birer usta ve işlerini çok iyi biliyorlar. Her şeyin ölçüsünü göz kararıyla tamı tamına tutturabiliyorlar.
Ancak gelen misafirler bunu anlayamıyorlar. Liderleri diğerlerine soruyor; ”Tarifleri aldınız mı?” diyor.
“Efendim aldık, öğrendik ama bir ölçüleri var ‘kararı kadar’ onu anlayamadık” diyorlar.
Şimdi bunu ben sizlere niçin anlattım? Şunun için:
”Kararı kadar” aslında çok önemli bir ölçüdür.
Bazı kimseler karar yerine “çok” olan şeylerin daha iyi olacağını düşünürler. Bu büyük bir yanılgıdır.
Bazen öğrenci velileri, öğrencisinden şikayet ediyor. Diyor ki:
“Hocam ne kadar söylersem söyleyeyim ders çalışmıyor, şöyle yapmıyor v.s.”
Başka bir zaman öğrencilerle konuştuğumuzda bu sefer öğrenci, velisinden şikayet ediyor. O da şöyle diyor:
”Hocam babam aynı şeyi o kadar çok söylüyor ki kendimi aptal gibi hissediyorum.”
”Hocam annem aynı şeyleri kaset gibi tekrar ediyor. Konuşmaya başladığında hangi cümleleri söyleyeceğini önceden bilebiliyorum. Bu beni bıktırıyor.”
“Hocam babam ve annem o kadar çok ‘ders çalış’ diyorlar ki, bu cümle bende allerji yaptı”
Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz.
   Dilerseniz konuyu şöyle bağlayalım. Bundan yıllar önce nasihat ile ilgili çok hoşuma giden bir yazı okumuştum. Özeti şöyleydi:
Nasihat yemeğe katılan tuz gibidir. Çok tuz, nasılki yemeği yenmeyecek hale getirirse öğüdün fazlası da böyledir.”
Bu “kararı kadar” meselesi sadece nasihatle alakalı da değildir. Her konuda “kararı kadar” ölçüsü önemlidir. Yemekte, uykuda, konuşmakta, eğlenmekte, ibadette, sevgide, ilgide velhasıl her konuda önemlidir.
Yalnız, unutulmamalıdır ki “kararı kadar” herkes için aynı değildir. Kişiden kişiye göre farklılık gösterebilir. Yani, kişiye özeldir. Mesela kimi insan hassastır, ona fazla ilgi göstermek gerekir, kimisini ise fazla ilgi şımartır. Bunun gibi…
   Sevgili Peygamberimiz aleyhis salatü ve selam bu konuda bizleri uyarmış ve aydınlatmıştır. O bilge Peygamberimiz buyurmuştur ki. “Hayrul ümuri evsatuha/ İşlerin  hayırlısı orta olanıdır.” “Normal olanıdır. Yani kararı kadar olanıdır.”
Yüce dinimiz İslam bir denge dinidir. O halde bizler de her konuda bir denge insanı olmalı ve her şeyin kararı kadar olanını iyi takdir etmeliyiz.
  Bir önceki yazımız:(DEDİKODUNUN TELAFİSİ OLUR MU?)
http://www.aliuslu.net/2018/01/dedikodunun-telafisi-olur-mu.html




 

MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...