DERVİŞ VE TABİAT

   Derviş, mesafe olarak epey uzakta olan dostunu görmek için ertesi günü yola çıkmaya karar verdi.

Teheccüd vaktinde  kalkıp, yavaş yavaş abdest aldı ve huşu içerisinde namaz kıldı. Sonra Ümmet-i Muhammed'in selameti için dualar etti. Duasının sonuna doğru  “Allah’ım bana eşyanın hakikatini öğret” diye de dua etti. Yatağına girip huzur içerisinde uyudu.

Sabah namazına kalktığında içinde tarifi zor bir huzur-mutluluk hissetti. Namazını kılıp,  evde bulunan yiyeceklerden biraz yeyip yola revan oldu.

“Sıcaklar bastırmadan epey yol almalıyım.” diye düşündü. Yürüdü ,yürüdü. Yürürken etrafı seyrediyor, bazen zikrediyor, bazen de ilahiler mırıldanıyordu.

 Etrafını seyrederken “Canlı-cansız her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini “ bildiren Saff suresi 1. Ayeti hatırladı. Ayet üzerinde tefekkür daldı.

Sonra,“sübhanallah” dedi bütün samimiyetiyle. O anda tesbih eden varlıkların arasına kendisinin de katıldığını, kürrede zerre olduğunu hissetti.

 O gün gördüğü ağaçlar taşlar ve bitkiler farklı gözüküyordu gözüne.

İçinden selam vermek geldi çevresindeki varlıklara.

selam verdi  gördüğü her ağaca... Taşlara selam verdi. Ot cinsinden küçük bitkilere toptan selam verdi. Toprağa selam vermeyi unutmuştu. Biraz mahcubiyet içerisinde  ona da selam verdi. Selam verdikçe gönlü hem ferahlıyor hem de genişliyordu.

Yorulduğunu fark etti. Bir ağacın gölgesine oturmadan önce ağaca selam verdi. Oturdu ve ağaca teşekkür etti. Gözü, bir şeyler taşımaya çalışan karıncaya ilişti. Karıncaları düşündü.

“Yeryüzünde yaşayan her tür canlı ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer ümmettirler. (Ena’m/ 6)” ayetini hatırladı. Yüksek sesle adeta bağırırcasına selam verdi tüm karıncalara ve yeraltında yaşayan canlılara. Aniden sesini kesti. Sesinin başka insanlarca duyulup yanlış yorumlanmasından endişe duydu. Sonra düşüncesinin yersiz olduğuna karar verdi.

Ağaca gelip konan kuşu fark etti . Ona da selam verdi, sonra yine bağırarak tüm kuşlara selam verdi.

Gözü bir taşa ilişti. Taşı şefkatle eline aldı. “sen kaç yıldır buradasın? Burada bulunuş amacın nedir?” diye sordu. ”Kainattaki hiçbir şeyin boşa yaratılmadığını” bildiren ayeti hatırladı. Taşın içindeki trilyonlarca atomu düşündü. Her bir atomun elektronlarının hareketini, tesbihatını düşündü. Selam verdi  taşdaki  tüm atomlara. Sonra  bir canlıyı bırakıyormuş gibi usulca bıraktı aldığı yere.

Fatiha suresinde her zaman okuduğu  “Hamd, Alemlerin rabbi Allah’a mahsustur” ayetindeki “alemler” kelimesini daha iyi anlamaya başladığını hissetti.

Kalktı ve yola revan oldu. Önce yola selam verdi. Sonra gördüğü büyük cisimlere tek tek, küçük cisimlere toptan selam vererek devam  etti.

 Hafif bir rüzgar esti ona da selam verdi. Göğe baktı bulutu gördü ona selam verdi. Uzaktaki dağa selam verdi bağırarak. Ses yankılanıp geri geldi. Yankılanmayı selamına verilmiş cevap gibi hissetti.

Akşama yakın bir su kenarında mola verdi. Suya selam verdi. Suyun gittiği yerleri düşündü. “Gittiğiniz yerlere de selam götürün” dedi.

Akşam namazından sonra gözlerinin gayrı ihtiyari kapandığını fark etti. Biraz vücudunu, biraz da gözlerini dinlendirmek için uzandı. Yatar yatmaz kendinden geçmişti.

Uyandığında “Allahümme ente’s-selamu ve minke’s-selam” (Allahım sen Selamsın ve Selam sendendir.) diyordu hala.

 

 

 

EĞİTİMDE YAPILMIŞ YANLIŞLIKLAR...

  

Bir öğretmen arkadaş anlatıyor.

Orta okulda başarılı bir öğrenciydim ve dersleri çok severdim. Bir gün milli tarih dersinde bayan öğretmenimizin sorusuna cevap vermek için parmak kaldırdığımda beni kastederek:

"Sen söyle şişko." dedi.(O zamanlar biraz topluca bedene sahiptim) Tabi bazı arkadaşlar da gülüştüler. Çok mahcup oldum. O günden sonra o hocanın dersine katılmadım.

***

Lisede okuttuğum bir öğrencimin anlattıkları:

İlköğretimde derslerim biraz zayıftı. Fakat çok güzel resim yapardım. Resim yarışmalarına katıldığımda (diğer derslerim zayıf olduğu için iyi resim yapamayacağımı düşünen öğretmenlerim) resmi kime yaptırdığımı sordular hep. Bu beni çok üzmüştü ve resim yapmayı da bıraktım. Şimdi derslerim iyi olduğu halde kendime güvenemiyorum.

***

Maddi durumu iyi olan bir dostumun anlattıkları:

"Ben çocuklarımın harçlıklarını şu şekilde veririm:

İlkokula gidenlere haftalık olarak veririm. Ortaokula ve liseye gidenlere de aylık veririm. Bu sayede dengeli harcamayı öğrensinler, bir ay yetirmeyi öğrensinler.

Sekizinci sınıfa giden  oğluma aylığını verdiğim hafta, sınıflarının rehber öğretmeni, sınıf başkanına okul veya sınıf için toplanması gereken para toplamayı söylemiş. Başkan topladığı paraların bir kısmını kaybetmiş veya çaldırmış. Öğretmene söylemiş. Öğretmen sınıfta çocukların üstlerini çantalarını aramış. Bizim çocukta fazla para çıkınca, bizim çocuğu çağırıp  hırsızlıkla suçlamış. Çocuk ağlayarak geldi. Duruma müdahale ettim. Öğretmen özür diledi v.s"

***

Bir tanıdığımın anlattıkları:

  İlk okula giderken, çok sıkıştım öğretmenimden izin istedim öğretmen vermedi. Sonunda altıma yaptım. İyi ki arkadaşlarım fark etmediler. Son saatti çıkınca hemen eve gittim. Fakat o öğretmeni hiç sevemedim.

  İyi ki arkadaşları fark etmemişler. Ya fark edip de onunla dalga geçselerdi onun psikolojisi nasıl etkilenirdi. Hayatına nasıl yansırdı?

 

 

 

 


HAYATIMDAN KESİTLER-1 (DOĞDUĞUM EV)

 1962 yılının muhtemelen ekim ayında, Tavşanlı ilçemize bağlı Şahmelek Köyünde, altı ahır, üstü iki oda ve bir yazlıktan oluşan bir evde evin 4. çocuğu olarak doğmuşum.

Malzeme olarak taş, çamur ve ahşap kullanılarak yapılmış olan evimiz oldukça eski bir evdi. Anlatılanlara göre dedemiz (babamın anne tarafından dedesi) evi yıkıp yeni ev yapmaya karar verdiği yıl seferberlik çıkmış. Seferberliğe giden dedem şehit olmuş geri dönmemiş. Evde dul bir eş ve bir kız kalmışlar. Onlar da geçimini nasıl temin edeceklerinin derdine düşmüşler. 

Çok fakir olan babamın babası iş güvesi olarak o eve damat gelmiş. Lakin babam henüz 7 yaşında iken dedem 32 yaşında vefat etmiş. Babam ve annesi o eski evde  yaşamak zorunda kalmışlar. Evin duvarları ve çatısı epeyce yıpranmasına rağmen önemli yerleri kalın “öz”lerden yapıldığı için olsa gerek ev hala ayaktadır.

Odalarımızın tavanındaki ağaçlar ve tahtaları simsiyahtı. Muhtemelen aydınlanma için yakılan çıraların, ve ocak başında yemek yapmak ve ısınmak için yakılan odunların isi uzun yıllar içerisinde tavanı bu hale getirmişti.

Odamızın birisinin kuzey yönüne bakan duvarında tahminim 35 cm  55 cm boyutlarında sabit (açılıp kapanmayan) bir penceresi vardı.  Kış günlerinde ikindi zamanından sonra ev karanlık olurdu. Zaten küçük bir gaz lambamız vardı. Avlumuza bakan odada ise  nispeten daha büyük pencere vardı. Oranın akşamı biraz daha normal zamanda olurdu.

Lodos estiği zamanlar ahıra giren kuvvetli rüzgar tahtalarının aralığından  odalardaki kilimleri alttan şişirirdi.

İki odanın açıldığı yazlık dediğimiz bir boşluk vardı. Yazlıktan yukarı baktığımızda eski tip el yapımı kiremitlerin altında eskimiş ve seyrek bir biçimde dizilmiş bedavra tahtalarını (çam ağaçlarından yarılarak elde edilmiş ince ve kısa tahtalar) ve kiremitleri görürdüm. Özellikle çatının omurgasındaki kiremitler iki yana kaydıklarından bazı yerlerinden gök yüzü görünürdü. Kar yağdığında rüzgarın da etkisiyle yazlığın bir kısmına kar birikirdi. Kar yağmadığı günlerde de rüzgarın etkisiyle kiremitlerin üzerindeki karlar  yazlığa birikirdi. Sabahleyin annem  onları süpürürdü.Yazlığın güneye bakan duvarında camı ve çerçevesi olmayan bir pencere vardı. Yaz aylarında iyiydi ama, kış aylarında oradan bol rüzgar ve soğuk içeri dolar, bazen de rüzgarın etkisiyle yağan kar içeri girerdi.

Yazlık dediğimiz yerin bir tarafında biri büyük biri küçük karşılıklı iki anbar vardı. Büyüğüne buğday, küçüğüne un koyardık.

Yazlığın avluya yakın kısmında ise küçük bir balkona benzer ağaçtan yapılmış bir çıkıntı halinde tuvaletimiz vardı. Tuvaletimiz, ahırın artıklarının atıldığı  b*kluk denilen yerin üst bölümüne yapıldığından kanalizasyona gerek yoktu

Tuvaletin kenarları da bedavra tahtasıyla kaplanmıştı.Tabi kışın soğuk günlerinde bir taraftan gelen rüzgar öbür tarafa geçerdi. Şiddetli rüzgarlarda ince tahtaların uçlarının titremesi  ve hareketi sebebiyle anormal sesler çıkar, rüzgarın tahtaların aralarından geçerken çıkardığı ses de ürkütücü olurdu.

Evimize çıkılan ağaç merdivenin sadece basacak yerleri vardı, karşılarına gelen tahtaları yoktu. yukarı çıkılırken ayaklar rahat basarken, inerken ayakları yan basmak dırumunda idik. Dikkatsiz basıldığında ayak kayabilirdi. Belki bu sebeple birkaç kez merdivenden yuvarlandım çocukken. Ben yuvarlanınca çıkardığım gürültüden veya bağrışımdan yanıma gelirler, annem başımın yanlarını ellerinin içine alır "baş değil taş, baş değil daş" diyerek, başımı ön, arka ve  yanlardan sıkar, sıkarken hep aynı sözleri tekrar eder en sonunda  tülbentle  başımı sıkıca sarardı (bağlardı)

Benden sonra doğan kardeşimle birlikte  toplam beş çocuklu bir aile olarak 1971 yılına kadar bu evde yaşadık.

HAYIRLI EVLAT, HAYIRLI DAMAT...

 Dün, İmam Hatip Lisesinde okuttuğumuz eski öğrencilerimizden (sonradan öğretmen olan) bir öğretmen kardeşimizle konuşuyordum. 

Eşi de eski öğrencilerimden olduğu için çoluk-çocuk, ev ahvalini sordum.

Dedi ki:

"Hocam! kayın peder kanser hastası, tedavi görüyor. Dermanı yok ve bakıma muhtaç, Lavaboya  giderken yardım gerekiyor. Kayın valide desen, kendisine zor bakıyor. O da bakıma muhtaç. Uzaktan bizim bakımımız da tam olmuyor. Hanıma dedim ki, “Onları evimize getirip burada bakalım.” Şimdi ikisini de getirdik, onlara bir oda verdik. Eşimle birlikte bakmaya çalışıyoruz."

Bu sözler beni çok duygulandırdı. İnanın gözlerim yaşardı. “ İşte insan evladı...” dedim içimden. Bu davranışlarından dolayı kendisini ve eşini tebrik ettim.

“Kayın pederinin başka çocukları var mı?” diye sordum.

“Hocam! Kayın birader var, başka şehirde. Onun da kendine göre sıkıntıları var. Baldız da kronik hasta, tedavi görüyor. En uygun bizim bakmamız.” dedi. Bu söz de beni mutlu etti. Güzel empati yapıyordu. Hanımının annesi babasına bakmak için eve getirme teklifini damadın yapması ise ayrı bir güzellik.

Anne- baba yaşlanıp bakıma muhtaç olduklarında, çocukları için hem zor hem de çok kazançlı bir dönem başlar. Bu zor dönem çocuklar için aynı zamanda Ahireti kazanma yolunda büyük bir fırsattır .

Rabbim bizleri hayırlı evlat olanlardan, ve hayırlı evlat sahibi olanlardan eylesin.

 


ELE GEÇEN FIRSATLAR

 Anne-babaları yaşlanıp da bakıma muhtaç hale geldiklerinde, çocukları için imtihanın en zor dönemi, fakat en karlı fırsat zamanlarıdır.

Bu fırsatları değerlendirenler belki Cenneti kazanacaklar; değerlendirmeyenler ise ne gibi fırsatlar kaçırdığını Ahirette anlayacaklardır

SUYUN SAHİBİNE TEŞEKKÜR...

 Sabah lavaboda abdest alırken aklıma geldi...

Her gün defalarca kullandığımız, içtiğimiz, yemek yaptığımız, çamaşırlarımızı, bulaşıklarımızı  yıkadığımız , kişisel temizliğimizi yaptığımız ve bizim için hayati öneme sahip olan su nimeti, ne kadar da sıradan hale gelmişti bizim için. 

O musluklarımızdan akan suların hikayesini düşündüm. Denizlerden, okyanuslardan buharlaşması, yağmur bulutu oluşu, rüzgarın sürüklemesiyle memleketimize gelişi, bulutun yoğunlaşıp yağmur olarak tane tane yağması, suların bir kısmının yeraltı depolarında birikmesi, yer altı depolarının birbirlerine bağlantılı kanallarının olması ve bir birlerini beslemeleri, kaynağımıza gelişi ve oradan çıkışı. (ki aylarca buralara önemli bir yağmur yağmadığı halde su akmaya devam ediyor) Suyun borularla ilçeye oradan da evlerimize kadar gelişi.

Ve her gün defalarca kullandığımız halde çoğu kez Onu yaratan ve bizim hizmetimize sunan Rabbimize teşekkürü unutmamız. 

Vakıa suresinde Rabbimiz düşünmeye davet ediyor.

"İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Onu buluttan siz mi indirdiniz yoksa biz miyiz indiren? Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretmeli değil misiniz?" (Vâkıa :68, 69, 70)

Mülk suresi son ayetinde ise yine düşünmeye ve şükre davet ediyor: "De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" (Mülk : 30)

Zümer suresinde, bu konudaki başka bir nimetini hatırlatıyor: "Görmedin mi? Allah gökten bir su indirdi, onu yerdeki kaynaklara yerleştirdi..." (Zümer : 21)

Ey bizleri yaratan ve yaşatan Rabbimiz

İçtiğim ve kullandığım su damlaları, su molekülleri adedince sana hamd olsun.

 Suların oluşma aşamasından  evimize gelene kadarki her safhasıdaki her nimetin için ayrı ayrı hamd olsun. Şükürler olsun.

Yağan yağmur taneleri adedince, göğe yükselen su zerreleri adedince sana hamdolsun şükürler olsun. Bizleri nimetlerin farkına varıp şükredenlerden eyle; nankörlerden eyleme. Yaptığımız hatalar yüzünden veya başka sebeplerle verdiğin nimetlerini geri alma.

 


SİYASET

-Hocam!

-Buyur kardeşim.

-Neden siyasi yazılar yazmıyorsunuz. Haydi önceden memurdunuz. Emekli olduktan sonra da yazmıyorsunuz.

-Bilmediğim mevzularda yazı yazmak okuyucuya saygısızlıktır.

-Nasıl yani siyasi konuları bilmiyor musunuz?.

-Ortalama vatandaşımızın bildiği kadarını biliyorum. Elbette önemli olayları takip ediyorum. Kendime göre analizlerim, yorumlarım, kanaatlerim oluyor. Fakat herkesin bildiği ve kendine göre yorum yaptığı konularda yorum yapmanın kime ne faydası olur ki?

Bir de siyaset, kanaatlere göre, baktığın yere göre değişir.

Siyasette sadece siyah ve beyazlar yoktur. Gri tonlar da vardır. Beyaza yakın griler olduğu gibi siyaha yakın griler de vardır.

Bazıları beyaza yakın grideki siyahları görür veya gösterirken, bazıları siyaha yakın grideki beyazları görür veya gösterirler. Özellikle gri tonlardaki siyah ve beyaz yoğunluğunu tam bilmeden bize gösterilene göre konuşur ve yazarsak oltayı yutmuşuz demektir.

Ayrıca her siyasi partinin Genel başkanından tutun da mahalle temsilcilerine kadar on binlerce görevlisi var. Onlar görüşlerini daha iyi anlatırlar.

NOT: "Oy vermediğimiz siyasiler ahirette bizden ne alırlar" başlığıyla geçmişte yazdığım yazının linkini aşağıya paylaşıyorum. Arzu eden kardeşlerimiz okuyabilirler.

http://www.aliuslu.net/2018/05/oy-vermedigimiz-siyasiler-ahirette.html?

 


DİYELİM Kİ....

Diyelim ki, mahallenize bir grup silahlı maganda/serseri geldiler. Ellerindeki silahlarla rast gele ateş ediyorlar, yanlarındaki torpilleri ateşleyip sağa sola savuruyorlar... Bu durumu görür görmez ne yaparsınız?

Çocuklarınız oralarda ise, telaşlanıp hemen onları bulup eve alırsınız; sonra, evin daha güvenli yerine geçersiniz değil mi?

Çocuklarınızı o magandaların yakınlarında, onları seyretmeye bırakmazsınız herhalde...

Bu örneği şunun için verdim.

Bu günkü internet ortamı bu magandaların tehlike saçtığı ortamlardan daha korunaklı değil maalesef. Eğer dikkat edilmezse çocuğun başına, onun maneviyatını mahvedecek bir çok şey düşebilir. Çocuğun maruz kaldığı şeylerin tedavisi imkansız veya çok zor olabilir.

Geçenlerde oğlu liseye giden bir baba telefonla aradı. Çocuğuna iki ay kadar önce istediği bilgisayarı aldığını anlattı. İnternete bir yerlere giriyormuş.

Çocuk bir gün annesine, “karşı cinslerden hoşlanmadığını, erkeklere ilgi duyduğunu" söylemiş. Hatta bir erkekle sevgili olmuşlar. vb. şeyler anlatmış. Aile tabi ki dehşete düşmüş.

Adamcağız belki çareler gösterebilirim diye bizim telefonu bulup aramış. (Bu tür şeyler bizi aşan şeyler) Aile için çok zor bir imtihan. Allah Teala göstermesin bu durum bütün ailelerin başına gelebilir.

İnternette girdiği sitelerden kafası karışıp dini ve ahlaki konularda bizim istemediğimiz yollara sapan bir çok genç, hatta orta yaşlı bile var maalesef.

Demem o ki, çocuklarımızı maddi tehlikelere karşı koruduğumuz gibi onları manevi tehlikelerden de korumaya çalışmalıyız.

“Bu nasıl olacak” derseniz, elimizde sihirli bir reçete yok. Fakat şunlar tavsiye edilebilir.

Onlarla daha çok vakit geçirelim. Kendi değerlerimizi onlara güzellikle anlatıp sevdirelim. İyi kimselerle arkadaşlık kurmalarına dikkat edelim. Onlar için bol bol dualar edelim. İmkanlarımıza göre çocuklarımızın beden ve ruh sağlığı için, maddi ve manevi tehlikelerden korunması için sadakalar verelim. Onları sosyal medyanın insafına terk etmeyelim.

Sosyal medyadan uzak tutmak için, onları, sportif, kültürel veya sosyal etkinliklere veya zararsız hobilere yönlendirebiliriz. 

“Benim çocuğuma bir şey olmaz” demeyelim. Unutmayalım! bir gram zehir güçlü bir pehlivanı bile öldürebilir.

Rabbim nefsimizi ve neslimizi, görünür –görünmez, her türlü tehlikelerden muhafaza eylesin.

 


AĞLAYAN DEVENİN ÖYKÜSÜ

Bu gün sizlere muhtemelen 2005 yılında NTV de izlediğim çok etkilendiğim bir belgeseden bahsedeceğim. 

Belgesel, National Geographic 2003 yapımı  adı: Ağlayan devenin öyküsü

Hatırımda kalanların önemlileri şunlar: Olay Moğolistan çöllerinde geçiyor. Çadırda yaşayan ve hayvancılıkla geçinen bir ailenin koyu renkli bir devesinin beyaz bir yavrusu doğuyor. Deve, yeni yavrusunu emzirmiyor. Günlerce denemelerine rağmen deve, yavruyu kabul etmiyor. Evin gelini sağdığı sütü, ince tarafından ucu delinmiş bir boynuza koyup parmağıyla deliği kapatıyor. Yavrunun ağzını yukarıda tutarak boynuzdaki sütü yavrunun ağzına delikten akıtıyor. Sütün bir kısmı yavrunun boğazına giderken, çoğu ağzının kenarından yere dökülüyor. 

Yavru, besinsizlikten iyice zayıflıyor. Evin yaşlı adamı "bunları barıştıralım" diyor. Çölden bir müzik öğretmeni getiriyorlar. Gelen hocanın ilkel bir kemanı var. Kemanı bir şeye bağlayıp devenin hörgücüne asıp biraz bekliyorlar. Sonra yavru deveyi  annesinin yanına getiriyorlar.

Hoca, keman çalmaya başlıyor. Evin 25 yaşlarındaki gelini de bir yandan eliyle devenin boynundan göğsüne doğru sıvazlıyor(dokunarak okşuyor), diğer yandan kemanın ritmine uygun (şarkı gibi) bir şeyler söylüyor.  (deveyle ilgili, onu öven sözler söylüyormuş) Fakat sesi, ses tonu ve söyleyiş tarzı etkileyici.

Bir müddet böyle devam ettikten sonra deve ağlamaya başlıyor, gözlerinden yaşlar boşalıyor. Bu arada  keman çalması ve gelinin şarkı söyleyip ve deveyi sıvazlaması /okşaması devam ediyor.

Deve uzun müddet ağlıyor. Yaşlı adam" tamam, barışmışlardır artık" diyor. Yavruyu annenin altına doğru getiriyorlar. Yavru anneyi emmeye varıyor. Bu sefer anne deve, yavrusunu kabul edip emmesine müsade ediyor. Yavru, doyuncaya kadar annesini emiyor. Ve ikisini birlikte bağladıkları yere götürüyorlar.

Burada iki şey dikkatimi çekti

1-Acaba anne deve, yavrusunu niçin kabul etmedi. Bunu arkadaşlarımızla aramızda biraz tartıştık değişik görüşler ortaya atıldı fakat bunların bir önemi yok. Tabi bunu hayvan davranışlarını inceleyen uzmanlar belki daha iyi biliyorlardır.

2-Beni asıl etkileyen hayvanın ağlaması. Hayvanın olumsuz duygularının ber taraf edilip duygusallaşması. Burada onu okşamanın, güzel sözün ve etkileyici bir enstrumanın etkisi oldukça fazla diye düşündüm.  

Bu belgeselden çıkardığım en önemli dersler şunlar oldu: Hayvanlarda bile problemin çözümünde en etkili şey; güzel söz söylemek, söylerken etkili bir tonda söylemek ve okşamak.

Bitkilere güzel söz söylenildiğinde daha da güzelleştikleri konusunda epeyce deney ve araştırma olduğunu biliyorsunuzdur.

İnsanlar, hayvanlara göre duyguları daha gelişmiş, akıllı ve irade sahibi varlık olduklarından, insanlar arası iletişimde güzel söz, ve güzel sözün güzel bir biçimde söylenmesi çok daha önemlidir.

 Bu olaydan İnsanlar arasında güzel sözün önemini daha iyi kavradım. İncitici, kahredici bir söz, bazen kişinin, ailesini, memleketini terk etmesine hatta hayattan kopmasına sebep olurken; Gönül alıcı bir söz, iç ısıtan bir gülümseme, hatalarımız için samimi bir özür dileme bir çok kişi için adeta can suyu olabilmektedir.

NOT: Güzel sözün önemi ile ilgi öğrencilerimizle yaptığımız deneyi anlattığım yazımızın linki aşağıdadır. Arzu ederseniz. Buyrun...

http://www.aliuslu.net/2017/10/guzel-sozun-onemi.html



DİNİ NİKAH MESELESİ

 Geçtiğimiz yıllarda akrabam olan bir genç yanıma gelerek:

-Ali abi! biz dini nikah kıydırmak istiyoruz. Nikahımızı kıyar mısın? dedi.

“Hayrola kardeşim! evleniyor musun?” diye sordum.

“Yok abi nişanlandım da, gelmeler gitmeler oluyor. Günaha girmeyelim diye böyle bir şey düşündük" dedi.

Ben: "Ben böyle bir nikah kıyamam" deyince bozuldu. Şöyle devam ettim:

-Bak kardeşim sana bir soru sorayım. Diyelim ki nikahınızı kıydık. O zaman dinen siz evli oluyorsunuz değil mi?

-Evet.

-Peki, bu nikahtan sonra daha düğün yapmadan Allah göstermesin bir kaza yaptın ve sen öldün diyelim. Ailen senin malından eşine verirler mi?

-Vermezler abi.

-Hani siz evliydiniz? Bu nikahı ailen bile ciddiye almıyorsa ben bu nikahı nasıl kıyayım?

Neyse biraz daha konuştum. İkna olmuş gibi göründü.

Aslında bazı kişilerin nişanlılık dönemlerinde istedikleri dini nikah, tabiri caizse “flört nikahı” gibi bir şey. Hem nikahlanarak rahat rahat gezip tozacaklar. Hem de  evliliğin sorumluluklarını üzerlerine almayacaklar.

Nişanlılık döneminde yukarıda anlattığım niyetle yapılan nikahların bir kaç sakıncası var. Şöyle ki:

Normalde nişanlılar birbirlerine karşı mesafeyi korurlarken, bu tür nikahlılar (ailelerin de izniyle) daha rahat hareket edebilmekte, bazıları “nasıl olsa evli değil miyiz canım” anlayışıyla işi daha ileri götürebilmekteler. Bu dönemde aileler arasındaki anlaşmazlık sebebiyle nişan bozulunca olan kızcağıza olmuş oluyor.

İkinci olarak böyle bir nişan bozulmasında, kıza dünür gelecek başkaları onu nişanlıdan ayrıldı olarak biliyor. Halbuki onlar nikahlı oldukları için durum nişanın bozulması değil nikahın bozulması olarak değerlendirilmelidir. Fakat bunların nikahlı olduklarını birkaç kişiden fazlası bilmemediğinden toplum onları nişanlı olarak değerlendirmektedirler.

Bu tür mağduriyetler için illa ki nişanın bozulması da gerekmiyor. Bizde bir söz vardır "gelin ata binmiş ya nasip demiş" diye. Düğün günü veya düğününe az bir zaman kala kaza yapıp vefat eden damatlar ile ilgili haberleri siz de okumuşsunuzdur. 

Osmanlılar zamanında imamların kıydıkları nikahlar devlet tarafından da kabul edildiğinden ileride bir problem çıkması durumunda devlet, mağdurun hakkını koruyormuş. (İsteyenler için müftüler dini nikah kıyıp resmiyete işleyebiliyorlar. arzulayanlar bunu değerlendirebilirler)

Şimdi böyle bir nikahı devlet yok hükmünde saydığından problem durumunda mağdur mağduriyetiyle kalıyor. Artı resmi nikah kıyılmadan dini nikah kıymanın cezası da varmış. Şimdi bir soru daha böyle bir nikah dinen geçerli midir?

Nikah bir akittir. İki şahit huzurunda evlenecek kişilerin evlilik sözü vermeleriyle gerçekleşir. Dinimiz kişilerin sözlerini ve akitlerini ciddiye alır.

Farzedelim ki siz, birileriyle anlaşarak ev veya araba satın aldınız ve ücretini ödediniz. Bu alış-veriş akdi dinen geçerlidir ve satın aldığınız şeyler artık size aittir. Fakat ileride bir problem çıktığında arabanın veya evin size ait olduğunu ıspatlayabilmeniz için onu kendi üzerinize almanız (resmi işlemlerini yaptırmanız) gerekir. Yoksa mağduriyet yaşayabilirsiniz.

 

KIRK YIL SONRA ALINAN İNTİKAM.

Doğum tarihini 1930 lu yıllar olarak tahmin ettiğim, Sadettin isimli tanıdığım bir hemşehrimiz vardı. Epey önce vefat etti. Allah Teala rahmet eylesin.

Sadettin abi bir yakınıma, başından geçen ilginç bir olayı anlatmış, o da bana anlattı. Olay şu:

Sadettin abimiz 17-18 yaşlarında iken birisiyle bir problem yaşamış. Sadettin abiyi (o zamanki) karakola çağırmışlar. Anlaşılan öbür taraf biraz hatırlı kimse olacak ki, komutan, meseleyi anlayıp dinlemeden bunu çok kötü bir biçimde dövmüş. O devirlerde bu tür olaylar vakay-ı adiyeden sayılırmış. Haksız yere sopa yemesi gencin çok ağırına gitmiş ama yapılacak hiç bir şey yok. Çaresiz sineye çekmiş.

Aradan yaklaşık kırk yıl sonra, trenle Balıkesir'e gidiyormuş. Tren tenha olduğu için boş bir  kompartmana girmiş. Uzanarak giderken, Balıkesir’e yakın bir yerde yaşlı bir kişi daha gelmiş ve karşısına oturmuş.

 Selam kelam dan sonra binen şahıs Sadettin abiye nereli olduğunu sorarak tanışmak istemiş. Bizimki Kütahya/Tavşanlı deyince o şahıs ben de orada "karakol komutanlığı yaptım" demiş. Bizimki komutanın ismini sormuş. Yaşlı şahıs ismini söyleyince Sadettin abi birden duraklamış. Çünkü kendisine dayak atan isimle aynı isim imiş. Tavşanlı'da görev yaptığı tarihleri sormuş, gelen cevaba bakmış; tam dayak yediği zamana denk geliyor. Gözlerine dikkatlice bakmış, “evet o” diye kararını vermiş. Birden çok eskilere, haksız yere dayak yediği günlere gitmiş. İntikam duyguları coşmuş. Kendisiyle ilgili bilgi vermemiş veya yanlış bilgi vermiş ve plan yapmış.

Tren Balıkesir’e yaklaşınca, kapıyı arkadan zincirleyip perdeleri örtmüş ve olanca hıncıyla karşısındaki adama girişmiş. O öcünü alıncaya kadar sonra tren durmuş. Adam ne olduğunu anlayamadan Sadettin abi inip kalabalığa karışmış.

Demem o ki, yapılan kötülükler unutulmuyormuş… Unutulmadığı gibi, yer ve zaman müsait olduğunda yıllar sonra bile intikam duyguları tazelenebiliyormuş.

 

 

 


DAYAKÇI BABA

   Bir kaç gün önce 45 yaşlarında bir kardeşimizle konuşurken konu geldi çocukluğunda babasından yediği dayaklara...

"Acaip döverdi beni babam. Çok basit şeylerin bile cezası dayaktı. Ama ne dayak... Bir keresinde döverken tavanın sapı kırıldı. Başka bir gün babam döverken bir yolunu bulup tuvalete kaçtım oraya gelip orada da dövdü." diye anlattı. ve ilave etti "Arkasından bir fatiha bile okumuyorum."

Sordum:

"Acaba babanızın psikolojisi bozuk muydu? mesela kardeşini de döver miydi?"

"Kardeşim babamın prensesiydi. onu hep el üstünde tutardı." diye cevapladı.

Fazla zamanım yoktu. "Nasip olursa müsait bir zamanda geleyim de bu mevzuyu uzun uzun konuşalım" dedim ayrıldım.

Düşündüm de, babanın yaptıkları çocukta travma oluşturmuş. Öyle bir travma ki 45 yaşlarında hala etkisi devam ediyor.

Babası, belki de iyi niyetle, çocuğunu terbiye etmek maksadıyla yapmıştır. Böyleyse yapılan çok yanlış bir eğitim metodu. Değilse zaten söylenecek bir şey yok...

Netice, babası, çocuğunun zihnine nefret tohumları ekmiş. Onlar da zamanla ağaç olmuş ve çok kötü meyve vermişler.

Ne diyelim, inşaallah yapacağımız görüşmeler, kardeşimizin kalbini yıllar önce vefat etmiş babasına karşı yumuşatır.

 


İNSAN ALDANDI. ALDATAN ALDANDI.

Tanınmış iş adamının cenazesi dolayısıyla cami avlusu gelenleri almamış dışarıya taşmıştı. Cenazede kimler yoktu ki; İş adamının akrabaları, arkadaşları, rakipleri, siyasetçiler, devlet adamları, bürokratlar, sanatçılar, medya mensupları, büyük bir koruma ordusu, vs.

Duvarların önlerini gösterişli çelenkler doldurmuştu. Duvarların üzerinde ise ellerinde kameralarla haber ajanslarının ve ulusal TV.lerin kameramanları dikkat çekiyordu.

Kısa bir konuşmanın ardından cenaze namazına geçildi. İmam henüz soluna selam vermişti ki o sessizlik anında orta taraflardan bir ses yükseldi. Herkes sesin geldiği tarafa bakıp sese kulak kesildiler.

Uzun boylu bir meczup sağ elini havaya kaldırmış: "İnsan aldandııı. Aldatan aldandııı. Gafiller aldandııı." diye bağırıyordu.

İlk şok atladıktan sonra yakınında bulunan görevliler önce ağzını kapattılar meczubun, sonra da geriye doğru götürdüler.

Tanıyanların söylediğine göre uzun zamandan beri gündüzleri cami civarında yaşıyormuş bu meczup. Kim olduğunu, nereli olduğunu ise bilen yoktu.

Cenaze, mezarlığa gitmek üzere arabaya yüklendiğinde pek çok kişi meczubu ve söylediklerini konuşuyorlardı.

Kimisi, "deli kardeşim ne dediğini bilir mi aklına geleni söyler" diyordu.

Kimisi, iş adamının rakiplerinden birisinin provakasyon amaçlı meczubu kullandığını söylüyordu.

Kimisi, söylenende bir hikmet arıyor "söyleyene değil söylenene bak kardeşim. Allah Teala bu meczubun diliyle insanlara mesaj mı vermek istedi acaba?" diyordu.

Kimisi, "bu şahsın büyük bir veli olduğunu, kalp gözü açık olan böylelerinin sözlerinin boş olmayacağını, muhtemelen cenazede bir şeyler gördüğü için böyle bağırdığını" söylüyorlardı.

Kimileri de, hiç konuşmuyorlardı. Fakat zihinleri meczubun söylediği sözler üzerine yoğunlaşmış vaziyette önceden yaptıklarını gözden geçirip kendileriyle hesaplaşıyorlardı.

 

NE KADAR ÖZGÜRÜZ ???

Kendi kendime şu soruyu sorup üzerinde düşündüm…

"İnsanoğlu, gerçekte ne kadar özgürdür?"

Aslında, hayatımızın büyük bölümünde özgür olmamız imkansız gibi bir şey. Tabir-i caizse mecburi istikamet gidiyoruz.

Mesela; Her gün belli bir zaman uyumak zorundayız. Belki uyku zamanını biraz öne veya arkaya çekebiliriz o kadar. “Ben özgür bir insanım uyku uyumak istemiyorum” diyerek bir hafta uykusuz kalabilir miyiz? Bu uyku meselesi de günümüzün yaklaşık üçte birine tekabül eder. Yani günümüzün yaklaşık üçte birinde özgür değiliz, uyumak zorundayız.

“Ben gıdasız yaşamak istiyorum. Gıda almak ve su içmek istemiyorum” diyebilir miyiz? Eylem yapmak için açlık orucu tutanlar ne kadar yaşayabiliyorlar?

Veya zehirli gıda alma seçeneğimiz var mıdır? Alırsak ne olur?

Demek bu konuda (gıda almak ve su içmek) da özgür değiliz. Özgür olduğumuz alan farklı gıdaları almaktır o kadar.

Affedersiniz tuvalet ihtiyacını gidermeden durmamız mümkün müdür?

Hele nefes almadan veya aldığımız nefesi vermeden kaç dakika sağ kalabiliriz ki?

Bunların dışında kalbimizin çalışması gibi iç organlarımızın çalışmasını saymıyorum bile.

Demem o ki bir kişinin günlük hayatında, her dakika defalarca yapmak zorunda olduğu şeylerden tutunuz da günün bir kısmında veya belirli zamanlarında yapmak zorunda olduğu mecburi şeyler vardır. Bunları yapmadığında önce huzursuz oluruz devam edersek hasta olur, veya ölürüz.

Bunu yanında hava şartlarına göre tedbirler almak da bizim özgürlüğümüze bağlı değildir. Kış günü eksi yirmilerde ince bir giysiyle dışarıda dolaşma özgürlüğünü kaç kişi kullanabilir. Veya çok sıcak bir yaz günü saatlerce güneş altında üzerinde bir koruyucu olmadan durmak mümkün müdür?

İşte bir çok noktada Allah Teala’nın bedenimiz için koyduğu kurallara uyan ve bunu özgürlüğüne bir müdahale görmeyen bazı insanlar Allah Teala’nın istediği bazı davranışlar konusunda bunu özgürlük meselesi gibi görebiliyorlar.

Bu konuda da ne kadar özgür oldukları tartışılır. Çünkü şeytanın kendilerine gönderdiği mesajlara (vesvese) göre davranan kimse gerçekten özgür müdür? Kendi iradesiyle mi bir şeyleri tercih etmiştir? yoksa iradesini birilerine teslim mi etmiştir? Bu konu tartışılabilir.

 

GÖZ KAPAKLARI -3 (HATIRALARIMDAN)

 1999-2000 öğretim yılında İ.H.Lisesinde amirlerimiz tarafından verilen başarı değerlendirme puanımız üst üste altı yıl 90 nın üzerinde olduğu için bir kademe ilerlemesi ile ödüllendirilmiştim. Aynı yılın şubat ayında başörtülü öğrencileri derse almamız bahanesiyle  müfettişlerce ifademiz alınmış ve okula uyumsuzluk suçlamasıyla bir ilköğretim okulun sürgün edilmiştik. (Tabi asıl sebep 28 şubatın rüzgarıydı)

Gittiğim okulda, altıncı sınıflardan bir kız öğrencimin durumu dikkatimi çekmişti. Öğrencimizin bir gözü devamlı yaşarıyordu. Gözündeki yaş biraz birikince öğrencimiz mendille siliyor, bazen de dışarı taşıyordu. Bu olay derste bir kaç kez tekrarlıyordu.

Aradan bir kaç hafta geçip, öğrencilerle samimiyetimiz biraz ilerleyince öğrenciyi çağırıp sordum:

"Evladım, ağlıyorsun desem bir gözle ağlanmaz. Gözünün birisi yaşarıyor bunun sebebi nedir? Mahsuru yoksa açıklayabilir misin.”

Öğrencimiz cevap verdi:

“ Hocam, benim göz kanalımın birisi tıkalıymış. Göz kapakları kapanıp açıldıkça hem gözlerimizin temizlemesi için hem de kapakların gözlere zarar vermemesi için bir miktar sıvı salgılanırmış. O sıvı gözlerimizin buruna yakın deliğinden bir kanal vasıtasıyla burnumuza akarmış. Bu sayede burnumuz da nemli kalırmış. Benim kanalın birisi tıkalı olunca, bu sıvı kanaldan gidemeyip gözümde birikiyor. Silmekte geç kalırsam dışarı taşıyor. Bazıları beni ağlıyor sanıyorlar.”

Geçmiş olsun, Allah Teala şifalar versin vb. sözlerle teselli etmeye çalıştım. Bu konuşmadan sonra düşünürken anladım ki ağladığımızda burnumuz da akıyor ya. Bunun sebebi ağladığımızda gözlerimizden kanallar vasıtasıyla burnumuza daha fazla sıvı gitmesiymiş. Kanalın alamadığı sıvı da gözlerimizden taşıyormuş.

Bu durumu tefekkür ettiğimde şunları düşündüm:

“İnsanı ve organlarını yaratan Rabbimiz hiç bir şeyi ihmal etmemiş. En ince ayrıntılarına kadar mükemmel bir sistem yaratmış. Bu sistemdeki en küçük bir arıza hayatı ne kadar da zorlaştırıyormuş.”

 O zamana kadar gözlerin ne kadar önemli olduğunu biliyordum ama göz kanalının varlığından da işlevlerinden de haberim yoktu.

“Eğer siz Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız bunu sayamazsınız” diyor ya Rabbimiz Kur’anında.  Birçok nimetin varlığından bile haberimiz yok aslında. 

Ey Rabbimiz bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün nimetlerin için sana hamd ve şükür ediyoruz. Bizleri nimetlerine şükreden bahtiyarlardan eyle; Nankörlerden eyleme.

Yaptığımız hatalar yüzünden veya başka sebeplerle nimetlerini bizden geri alma.

 

ALLAH DOSTLARI KİMLERDİR

 

DV: Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.
 Yûnus : 62

   

DV:  Onlar, iman edip de takvâya ermiş olanlardır. Yûnus : 63

DİB:  Onlar iman etmiş ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.  Yûnus : 63

DV: Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah'ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarıdır. Yûnus : 64


اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ ﴿١٣﴾  
"Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Ahkâf : 13
Ahkaf 13. ayet yukarıdaki 62 ve 63 ayetlere biraz daha açıklık getiriyor sanırım. Bu ayette iki şart gösteriliyor. 1. Sağlam bir iman 2. İstikamet üzere yaşamak.

64. ayette verilen müjdeler Fussilet 30 ve 31, ayetlerde biraz izah ediliyor diye düşündüm.

اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَـتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ ﴿٣٠﴾  
Şüphesiz "Rabbimiz Allah'tır" deyip de, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: "Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) vadedilmekte olan cennetle sevinin!" Fussilet : 30
نَحْنُ اَوْلِيَٓاؤُ۬كُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِۚ وَلَكُمْ ف۪يهَا مَا تَشْتَـه۪ٓي اَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ ف۪يهَا مَا تَدَّعُونَۜ ﴿٣١  
نُزُلاً مِنْ غَفُورٍ رَح۪يمٍ۟ ﴿٣٢
"Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Çok bağışlayan ve çok merhametli olan Allah'dan bir ağırlama olarak, orada canlarınızın çektiği her şey var, istediğiniz her şey orada sizin için var." Fussilet : 31-32

Korku ve üzğntünün bulunmadığı yerler nerede? 

اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللّٰهُ بِرَحْمَةٍۜ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَ

"Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?» (ve cennet ehline dönerek): «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» (derler)."  (A'râf; 49) 


KYT:( Kuran Yolu Tefsiri)

“Dostlar” diye çevirdiğimiz 62. âyetteki evliyâ, “birine yakın olan, birini himayesinde bulunduran, koruyucu, dost, yardımcı” gibi mânalara gelen velî kelimesinin çoğuludur. Kur’ân-ı Kerîm’de velî kelimesi, tekil veya çoğul olarak kırk sekiz âyette Allah’ın, kendisine inanıp buyruğunca yaşayan kullarına sevgisini, himaye ve yardımını, bu anlamda Allah ile insan arasındaki sevgi bağını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Allah ile kendileri arasında böyle bir sevgi bağı gerçekleşmiş, bu mazhariyete ulaşmış olanlar kültürümüzde “Allah dostları” diye anıldığından 62. âyetteki evliyâullah deyimini bu şekilde çevirdik. 

Kur’ân-ı Kerîm’de sadece bu âyette  geçen evliyâullah  kavramının kapsamı her ne kadar zamanla bilhassa tasavvuf geleneğinde oldukça daraltılmış, hatta giderek İslâm toplumlarında  bu kavramla keramet arasında bir ilişki dahi kurulmuşsa da 63. âyette Allah dostlarının  özelliği kısaca iman  ve takvâ kelimeleriyle özetlenmektedir. Şu halde  Allah’a iman eden ve takvâ (günah işlemekten sakınma, Allah’a saygı) bilinciyle yaşayan her müslüman Allah dostudur. Müfessirlerin  kaydettiği bir hadiste evliyâullah,  “görünüşleriyle  Allah’ı hatırlatanlar” (tutum ve davranışlarıyla Allah’ın iradesine uygun bir yaşayışı yansıtanlar) şeklinde tanıtılmıştır (Taberî, XI, 131-163).

 Zemahşerî de, “Evliyâullah, Allah’a yakınlıklarını itaatleriyle gösterir, Allah da onlara  yakınlığını lutuflarıyla gösterir” ifadesini kullanır (II,  195). 

Bu müfessire göre “Onlar ki,  iman edip günah işlemekten  sakınmışlardır”  ifadesi, evliyâullahın Allah’a yaklaşmasını, “Onlara hem bu dünyada hem de âhirette müjdeler vardır” ifadesi de Allah’ın evliyâullaha yaklaşmasını dile getirmektedir. 64. âyetteki “Allah’ın sözlerinde değişme olmaz” ifadesi, bu âyetlerde Allah dostlarına verilen müjdelerle bağlantılı olarak açıklanmıştır.  Buna göre Cenâb-ı  Hakk’ın, bu kullarına verdiği müjdeler O’nun birer vaadidir  ve O mutlaka vaadini yerine getirecektir.  64. âyetteki dünya hayatıyla ilgili müjdeyi “hayırlı (sâlih) rüya”, âhiret hayatıyla  ilgili  müjdeyi ise “cennet” olarak açıklayanlar  olmuştur (Taberî, XI, 133-138).

 Ancak Râzî’nin  de belirttiği  gibi (XVII, 128), müjde kelimesi “insanın yüzünü güldürecek şekilde sevindiren haber” anlamına geldiğine göre insanı bu şekilde mutlu edecek olan her şey bu âyetin kapsamına girer. Allah dostlarının  gerek dünya hayatında gerekse âhirette kendileri için müjde değeri taşıyan bütün iyi ve güzel şeyleri elde etmesi âyette “en büyük kazanç” şeklinde nitelenmiştir

ELMALI
İyi bil ki, hakikaten, Allah'ın velileri, o Allah dostları üzerlerine korku yoktur, üstelik onlar mahzun da olmazlar. Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır, müjdeler vardır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmişle ilgili hüzün yoktur....

TABERİ
Ey insanlar iyi bilin ki, Allah'ın dostlarına ve sevgili kullarına âhirette hiçbir korku yoktur. Onlar, dünyada iken elde edemedikleri şeylere de üzülecek değillerdir....

YANLIŞ YAPANI ÇİZERİM.

 -Hocam!

*-Buyur kardeşim.

-Ben kişinin bir hatasını, yanlışını gördüğümde onun üstünü çiziyorum. Sizce bu doğru bir davranış mı?

*- Kardeşim ayarı düşük altın gördün mü veya duydun mu?

-Evet hocam. Saf altın 24 ayar ise buna bakır karıştıkça ayarı dolayısıyla değeri düşer. Mesela, 22, ayar,18 ayar, 14 ayar, hatta 8 ayar altınlar vardır.

*-Tamam kardeşim. En düşüğünden 8 ayarı alalım yani 3 te 2 si bakır, 3 te biri altın. Eline ayarı düşük böyle bir altın geçse sokağa atar mısın?

-Hayır atmam.

*- O zaman dostlarını arkadaşlarını da bu gibi düşün. Yanlışlarından dolayı hemen atma ama, yanındaki değerini yanlışlarına göre tekrar düzenle.

 

MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...