CAM KIRIKLARI

   Derviş, yolda yürürken şayet acele bir işi yoksa, yolda gördüğü şişe, şişe kırıkları, çivi gibi zararlı şeyleri alıp uygun yere bırakırdı. Bunu uzun zamandan beri alışkanlık haline getirmişti.

Yine bir gün yolda yürürken, yol kenarında kırılıp bir kaç parçaya bölünmüş maden suyu şişesi gördü. Küçük parçaları şişenin kırılmayan bölümüne koydu. Etrafına bakındı atacak çöp konteyneri bulamayınca şişe elinde olduğu halde yürüdü. "Önüme gelen konteynere atarım" diye düşünmüştü.

Derviş'in yaptıklarını gören bir tanıdığı arkasından yetişerek selam verdi.

"Ve aleykümselam" dedi derviş. Adam istihzâ karışık bir espriyle dervişe takıldı:

"Arkadaş! gördüğüm kadarıyla temizlik işçilerine iş bırakmıyorsun. Söyleyelim de belediyeden maaş bağlasınlar bari..."

Derviş espriye gülmedi. Yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi:

"Peygamber Efendimiz, yoldan geçenlere zarar verecek şeyleri yoldan kaldırmanın sadaka olduğunu söylemişler ve müminleri buna teşvik etmişlerdir. Peygamber Efendimizin tavsiyesini uygulamak ne zamandan beri istihza ve espri konusu oldu acaba? "

Sonra devam etti:

"Bak arkadaş! Birisi içtiği maden suyu şişesini çöpe atmak yerine buraya bırakmış. Belki burada kırmış, belki başka birisi onu kırmış. Yapılanlar hoş şeyler değil. Keşke, boş şişelerin buraya bırakılmayacağını veya yoldaki şişelerin kırılmayacağını çocuklarımıza / insanımıza öğretebilseydik...

Bu kırık cam parçaları buradan geçen bir hayvanın ayağını kesebilir. Üzerine düşen bir çocuğun dizini veya kolunu kesebilir. Bu çocuk senin bir yakının da olabilir... Bu sebeple bunları zararsız hale getirmek bizim bir insanlık görevimiz olsa gerektir. Elbette bunları temizlik görevlileri alırlar. Ya onlar almadan birileri bundan zarar görürse bundan biz rahatsız olmaz mıyız?

Adam hiç bu şekilde düşünmemişti. Söylediği şeyden dolayı pişman olmuştu. Dervişe teşekkür ederek ayrıldı. Giderken kendi kendine "Bu günkü dersimizi almış olduk elhamdülillah" diye mırıldanıyordu.

PROF. İSMAİL CERRAHOĞLU HOCAMIZIN ŞAHİT OLDUĞU BİR OLAY


 Hocaların hocası Prof. İsmail Cerrahoğlu hocamız bir kaç gün önce 93 yaşında vefat ettiler. Allah Teala rahmet eylesin. Ankara İlahiyat Fakültesinde öğrenci iken Tefsir Usulü dersimize girmişti. Öğrencilerin sevdiği ilmi ile amil bir hocamız idi.

Derste anlattığı bir anısını sizlerle paylaşmak istedim. Anlattığı olay özet olarak şöyleydi:

Hocamız, Medine-i Münevvere'de bir caddede yürürken  birbirleriyle tartışan (Arapça konuşan) iki kişiye rastlamış. Tartışanların ses tonları git gide yükselmiş ve birbirlerine bağımaya başlamışlar. Bu arada yumruklar sıkılmış.Tartışma kavgaya dönmek üzere iken oradan geçen bir kişi yüksek sesle "Sallû alâ Rasûlinâ Muhammed" demiş. Bu sözü duyan o iki kişinin ikisi de bir anda 180 derece dönüp "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed" diyerek hızla birbirlerinden uzaklaşmışlar. Bu durum hocamızın çok dikkatini çekmiş.

 Hocamız demişti ki: "Sallû alâ Rasûlinâ Muhammed" diyen şahıs, muhtemelen "Siz Peygamberimizin huzurundasınız, veya Onun beldesindesiniz, utanmıyormusunuz Onun huzurunda sesinizi yükseltmeye ve kavga etmeye" demek istedi" Bunu duyan iki mümin de Peygamberimizin hatırına tartışmayı ve kavgayı bırakıp oradan hızla uzaklaştılar" 

Peygamber Efendimize olan sevgi ve saygı müminlerin davranışlarına ne kadar etki ediyor diye bu olay benim de çok dikkatimi çekmiş ve etkilemişti.

Allah Teala Hocamıza rahmet eylesin. Ahirette Peygamber Efendimize komşu eylesin. Bizlere de Peygamber Efendimizi layıkıyla sevmeyi ve yolundan gitmeyi nasip eylesin.


NASİHATLER-1

 NASİHAT-1 

*-Hocam! Bana nasihat edermisiniz?

-Estağfirullah kardeşim.Madem böyle bir talebiniz oldu başta kendi nefsime olmak üzere şunları diyebilirim; Hiç bir zaman büyük konuşmayasın!...

*-Başka bir öğüdünüz???

-Daha önceki bilerek veya bilmeden de (farkında olmadan) olsa yaptığın (bildiğin-bilmediğin) tüm büyük konuşmaların ve  kibir sayılacak davranışların için tevbe et.

İnsanın başına dert açan en önemli şeylerden birisi büyük konuşmalarıdır.

Bu gün yaptığın böyle bir hata belki kırk sene sonra başına dert açabilir.

***

NASİHAT-2

-Hocam! Bana nasihatte bulunur musunuz?

-Estağfirullah kardeşim. Ben size nasihatte bulunmak yerine, Peygamber Efendimizin bizlere yaptığı nasihati özet olarak, hem kendime hem de size hatırlatmış olayım:

"Ya hayır konuş(iyi/güzel şeyler söyle); ya da sus"

Eğer bu nasihate uyarsak dünyada ve ahirette bir çok problemden emin oluruz inşaallah.

 ***

NASİHAT-3

*-Bizlere hem dünyada hem de Ahirette kazandıracak en karlı işlerden birisi nedir biliyor musun kardeşim?

- Nedir hocam?

*- (İmkanı olanlar için) Ana- baba duası almaktır.

***

NASİHAT-4

*-Çare nedir biliyor musun kardeşim?

-.....

*-Gönülden tevbe etmek ve istiğfara devam etmek...

-Neyin çaresi bu hocam?

*-Maddi ve manevi bir çok problemin çaresi...

 ***

-Hocam!

Bana, kısa ve öz, nasihat verebilir misiniz? Uzun öğütler aklımda pek kalmıyor da....

*-Ahirete inanıyor musun?

- Tabii ki inanıyorum...

*- O halde Ahirette hesabını vereceğini düşünerek hareket et.

***

-Hocam!

Çekindiğiniz en önemli şeyler nelerdir?

-Çok var kardeşim. Ama bir tanesini söyleyeyim. BÜYÜK KONUŞMAK...

Büyük konuşmalar kişinin başına büyük badireler açarlar. Hatta düşüncesi bile olumsuz yönde etkiler bazılarını. Mütevazilik ve istiğfara devam etmek bir çok belayı önleyebilir.

***

Bak kardeşim.

Yaptığımız şeyler (sözlerimiz, yazılarımız, davranışlarımız, tavırlarımız, derslerimiz, yardımlarımız, işlerimiz, vb.) çok güzel ve çok faydalı bile olsa, eğer "sâlih amel" kapsamına girmiyorsa ahirette bir faydası olmaz.

 

 

 


NASİHATLER-2

 -Hocam bana nasihat eder misiniz?

-Değerli kardeşim yaptığın tüm şeyleri niçin yaptığını düşünerek yapmanı tavsiye ederim.
*Yaptığın şeylerin mantıklı bir izahı var mı? bir daha düşün.
*"Herkes böyle yapıyor onun için" diyorsan bunun ne kadar mantıklı olduğunu tekrar düşün.
*-Sen ahirete inanan bir müminsin. Bu davranışın ahirette kaybettirecekse tekrar gözden geçirmeni tavsiye ederim.
***

-Hocam! bana nasihat eder misin?

*-Değerli öğrencim, sana akılda kolaylıkla kalacak bir şey söyleyeyim, hayatın boyunca bunu uygulamaya çalış.

Malından, infak et, ikram et, fakat israf etme.

İnfak ve ikram Allah Teala'nın hoşlandığı, israf  ise hoşlanmadığı bir davranıştır.

İnfak ve ikram kişiyi cennete yaklaştırırken israf cennetten uzaklaştırıp cehenneme yaklaştırır.

***

-Hocam! Bana nasihat eder misiniz?

*-Ölüm var kardeşim. Hem de hiç kimseyi ıskalamayan, yüzde yüz herkesin karşılaşacağı ölüm var... Sonra da hesap var.

-Biliyorum hocam...

*-Gerçekten biliyor musun?

-Evet hocam, biliyorum.

*-Gerçekten bir gün öleceğini ve sonra da hesap vereceğini biliyor musun? Bunun idrakinde misin? Bunun bilincinde misin?

"Bunun idrâkinde olanların ayrı bir nasihate ihtiyacı olmaz" diye düşünmüştüm.

 

TİCARİ NAMUS NEDİR? VEYA NE KADARDIR?

Ticaretle uğraşan yakınlarımdan birisi, yıllar önce, ticaret için gittiği şehirlerden birisinde, bir yerlerde otururken bir şahısla tanışmışlar. Şahıs güngörmüş/ bilge bir kişiye benziyormuş. Yakınımın ticaretle uğraştığını öğrendiğinde sormuş:
-Beyefendi bir tüccarın ticari namusu nedir? Ne kadardır?
Bizimki cevap vermiş: "Hile yapmamaktır. Malı zamanında teslim etmektir. Parayı günü geldiğinde ödemektir v.b."
Adam demiş ki: "Bir tüccarın ticari namusu sermayesi artı mal varlığıdır. Ve tüccar ancak mal varlığı kadar ticari anlamda namuslu olur."
Bizimkisi biraz şaşırmış tabi ki.
Adam anlatmaya devam etmiş:
Diyelim ki siz bir yerden veresiye mal aldınız ve onu veresiye sattınız. Sattığınız şahsın başına olumsuzluklar geldi parayı size ödeyemedi. (Veya işleriniz ters gitti mal heder oldu) O durumda siz ne yapacaksınız? Şayet yeterli sermayeniz yoksa borcunuzu nasıl ödeyeceksiniz?
Bu durumda eğersiz dürüst ve namuslu bir kimse iseniz alacaklınıza şunu diyebilirsiniz:
"Beyefendi başıma şu haller geldi bu sebeple size olan borcumu zamanında ödeyemedim. Fakat benim arsam var, arabam var, evim var, bahçem var... yani her ne var ise ben bunları satıp size olan borcumu ödeyeceğim bana biraz müsade edin.
Bu durumda karşıdaki kişi size müsade eder. Siz de elinizdekileri satıp borcunuzu ödersiniz. Peki mal varlığınız da yoksa istediğiniz kadar dürüst olsanız bile borcunuzu ne ile ödeyeceksiniz?
Diyelim ki, sizin yüz milyar borcunuz var. Mal varlığınız elli milyar. İstediğiniz kadar dürüst de olsanız elli milyarı nasıl ödeyeceksiniz? Demek ki sizin ticari namusunuz elli milyar imiş.
Yani kişinin ticari namusu sermayesi artı mal varlığı kadardır."
Adamın bu konuşması yakınımın çok hoşuna gitmiş ki bana bir kaç kez bu olayı anlattı. Benim de genel manada hoşuma gitti. Ben de sizlere aktarayım dedim. Belki okuyanlardan birilerine faydası dokunur.

İNSANLARI TANIMA...

 Değerli kardeşim, insanları tanımakla ilgili soru sormuştunuz. Cevaplara bir ilave daha yapayım;

Ben iri iri laflar eden, çok keskin çıkışları olan, adeta "kraldan çok kralcı olan" kimselere hep mesafeli dururum, biraz da şüpheyle bakarım.
O tür kişilerin zikzakları beni hiç şaşırtmaz.
Bunu tecrübelerimden öğrendim. "Bunlar, hakikatin ortaya çıkmasından ziyade kendilerini parlatmak derdindeler" diye düşünürüm.

HOCAM BANA NASİHAT EDER MİSİNİZ?-4

 Hocam bana nasihat eder misiniz?

-Değerli öğrencim. Hiç bina yaptırdınız mı? Yaptırdıysanız bilirsiniz. Yaptırmadıysanız en azından binanın yapılışına çeşitli yerlerde şahit olmuşsunuzdur. 

Bina yapımı hepimiz için bir öğüttür. 

Biliyorsunuz bina için önce bir plan yapılır sonra o plana uygun biçimde bina inşa edilir.

Tek katlı bir bina düşünelim. Önce temelden başlanır. Sonra direkler, duvarlar ve çatı kurulur. Sonra sıvası, penceresi, boyası. Bir de yapım aşamasında elektiriği suyu v.s. her şey sıraya göre yapılır.

Aynen bina yapmak gibi, yapacağımız işi de önce bir planlama gerekir. Sonra bu işin temeli sonra yapılması gerekenler sırayla yapılır.

Diyelim ki iyi bir müslüman olmak istiyorsun . Nereden başlayacaksın? Önce bu isten anlayan kişilerle bir plan yapacaksın. Sonra bu işin temelini öğreneceksin. Temeli sağlam olmayan binalar kolay yıkılır. Bu dinin temeli nedir? Önce sağlam ve sarsılmaz bir imandır. İmanı tehlikeye düşüren şeyler nelerdir, onları iyi bellemek gerekir. Sonra önem sırasına göre diğer ibadetler, güzel ahlak, cihat vs. bir sıra takip etmelisin.

Diyelim ki birilerine dinimizi öğretmek istiyorsun. Önce bu kişinin nelere ihtiyacı olduğunu tesbit edip seviyesine uygun bir plan yapmalısın. İmanı olmayan bir kişiye ibadeti öğretmek pek akıllıca değildir. Peygamberimize inanmayan bir deiste Peygamberimize salatu selam getirmenin önemini anlatmak da boşa kürek çekmektir.

Sadece dini konularda değil, diğer derslerde de böyledir. Mesela matematikte dört işlemi yapmada problemi olan bir öğrenciye denklemleri ne kadar öğretebilirsin ki?

Diğer işler de böyledir. Hiç bir iş karşıdan göründüğü gibi değildir. O konuda temelin yoksa yaptığın binanın altında kalabilirsin. maddi manevi pek çok zarara uğrayabilirsin.

Ben olayları bir kaç örnekle anlatmaya çalıştım. Sen bunu daha detaylı düşünebilirsin.

SOSYAL MEDYADA ÇOKÇA PAYLAŞILAN BU DİNİ BİLGİ NE KADAR DOĞRUDUR?

 Hz Lut'un kavminin helak olduğu gece 80 000 müminin teheccüd namazı kıldığı, Bu toplumdaki 33 kişinin o kötü fiili işlediği fakat iyilerin kötülere engel olmadıkları için tümünün helak edildiği bilgisi sosyal medyada dolaşmaktadır. Bu bilgiyi maalesef bazı vaizler de anlatmaktadır. Acaba bu bilgi ne kadar doğrudur?

Aşağıdaki ayetlerde ve tefsirlerde sorunun cevabını bulabiliriz. 

Orada (Lût'un yöresinde) bulunan mü'minleri çıkardık. (Zâriyât : 35)

Zâten orada bir ev halkindan baska müslüman bulamadik. (Zâriyât : 36)

AÇIKLAMA:  Aşağıdaki Hicr:65. Ayetten (zariyat /35 te bildirilen) oradan çıkarılıp kurtarılan müminlerin Hz. Lutun ailesi olduğu;

 Ankebut /33. Ayettten (Zariyat /36 da bildirilen) bu ev halkının Hz. Lutun karısı dışındaki ev halkı olduğu anlaşılmaktadır (AU)

"Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından git. Hiçbiriniz arkaya bakmasın. Emrolunduğunuz yere (doğru) geçin gidin." Hicr : 65

Elçilerimiz kendisine geldiğinde Lût, onlardan dolayı huzursuz oldu ve ne yapacağını şaşırdı. Ama onlar "korkma, tasalanma!" dediler; "Biz seni ve karın dışında bütün aileni kurtaracağız; karın ise geride kalanlar arasında yer alacak." (Ankebût : 33)

ELMALILI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ (ilgili ayetin tefsiri)

Fakat orada bir evden başka müslüman bulmadık. Yani bir evden başka mümin yoktu, onun için bir ev halkından başka selamete çıkan bulunmadı ki o ev Hazret-i Lût'un evi idi, karısından başka bütün ailesi mümin oldukları için beraberinde selamete çıkmış kurtulmuşlardı. Demek Hazret-i Lût'un açıkladıklarına daha başka iman eden bulunsaydı onlar da kurtulacaklardı. Burada "müslimîn" (müslümanlar) "müminîn" (müminler) eş anlamlı gibi kullanılmış olmakla birlikte selamet bulanlar mânâsını da ifade etmektedir.

RUHUL BEYAN TEFSİRİ

Bunun üzerine oradaki, Lût kavmindeki, Lût (aleyhisselâm)'a iman eden

mü'minleri çıkarttık. Sanki şöyle denilmektedir: Melekler emrolundukları şeyi yapmaya yeltendiler, Biz de: ”...Aileni götür..." (Hicr: 65) diyerek onları çıkarttık. Bu söz, Cebrail'in sözü değil, bizzat Allahü teâlâ 'nın haber vermesidir.

Zaten orada bir tek ev halkından başka Müslüman da bulmadık. O ev halkının, Lût (aleyhisselâm) ve iki kızı olduğu söylenir. Lût'un karısı ise kâfirdi.

Bir başka görüşe göre. Lût (aleyhisselâm) ve kurtulan ailesi on üç kişi idiler.

 36 ﴿

 

KISKANÇLIK (HASET) ÜZERİNE BİR HİKAYE

KISKANÇLIK (HASET) ÜZERİNE BİR HİKAYE 

Kıskanç kişilerin psikolojisini  anlatan bir hikaye dinlemiştim. O hikayeyi size aktarayım:

Anlatıldığına göre, bir memleketin padişahı, kıskanç kişilerin psikolojisini merak etmiş. İdarecilerine haberler gönderip birbirini en çok kıskanan iki kişiyi bulup huzura getirmelerini emretmiş. Araştırmalardan sonra birbirlerine akraba olan ve birbirlerini çok kıskanan (haset eden) iki kişiyi huzura getirmişler. Zaten kıskançlık birbirini tanıyanların arasında olurmuş.
Padişah, bu kişilere izzet ikramlarda bulunmuş. Sonra bir tanesini huzura davet etmiş. Ona demiş ki: "Senin için güzel düşüncelerim var. Kabul edersen sana bazı ikramlarda bulunmak istiyorum. İkram için düşündüğüm üç şey sana gösterilecek, bunlardan birini kabul edebilirsin."
Bir görevli gelip adamı götürmüş. Birlikte atlara binip yola koyulmuşlar.
Önce bir bahçeye uğramışlar. Kenarından ırmak akan bahçenin içerisinde her türlü meyve ağacı varmış. Bahçeyi gezmişler. Görevli demiş ki:
" Burası yaklaşık 10 dönüm. Padişahımızın ikram edeceği şeylerden birisi bu. Irmağın karşısında yaklaşık yirmi dönüm daha var orası da padişahımızın. Oraya da bir bak istersen." Kıskanç kişi oraya da bakmış gerçekten de çok güzelmiş. Eh demiş "belki Padişahımızla komşu oluruz."
Sonra devam etmişler ve bir şehre girmişler. Şehrin en işlek caddesine gelip bir iş yerinin önünde durmuşlar. Görevli demiş ki:
Padişahımızın ikram olarak söylediği ikinci yer burası. Altı büyük bir iş yeri ve üstü büyük bir ev. Arkasında da küçük bir bahçesi var. Yan taraftaki bina buranın iki misli büyüklükte ve orası da padişahımızın.
Ve devam etmişler... İçerisinde çeşitli hayvanların ve bakıcılarının olduğu bir çiftliğe gelmişler. Padişahın görevli adamını gören hizmetçiler, gelenlere saygı gösterip ikramlarda bulunmuşlar. Görevli demiş ki:
"Padişahımızın vadettiği yerlerden birisi de bu çiftlik. Kabul edersen, içerisindeki her şeyle birlikte çiftlik senin olacak." Çıkışta bir çiftlik daha gösterip demiş ki: "Burası da padişahımızın, hemen hemen buranın iki misli büyüklüğünde."
Dönüş için yola koyulmuşlar. adam hangisini kabul edeceğine bir türlü karar verememiş. Hepsi de birbirinden değerli ve kıskanç kişinin hayalini kurduğu türden yerlermiş.
Padişahın huzuruna varmışlar. Padişah gösterilen yerleri beğenip beğenmediğini sormuş. Adamın gözleri parlamış "hepsi de birbirinden güzel" diye cevaplamış.
Padişah demiş ki: "Bunlardan istediğin bir tanesini sana karşılıksız olarak vermek istiyorum. Fakat iki şartım var. Birincisi, buraları sen sağ oldukça satmayacaksın ve vaktinin çoğunu oralarda geçireceksin. İkinci şartım ise: Hangisini kabul edersen bunların hemen yanında bulunan ve daha büyük olanını beraber geldiğiniz arkadaşına vereceğim."
"Sana akşama kadar düşünme zamanı... Kararını ver ve bana bildir..." demiş ve adamı düşünmesi için serbest bırakmış.
Adam önce bahçeyi düşünmüş. Kendisinin böyle bir bahçeye sahip olması onu çok mutlu ederken birden aklına karşısındaki daha büyük bahçenin akrabasında olması düşüncesi onu acaip huzursuz etmiş. Öyle ki nefesi daralmış, "buna asla tahammül edemem" demiş. ve oradan vaz geçmiş.
Şehrin en kıymetli yerindeki mülkü düşünmüş. İş yerini kiraya verip üstündeki evde hiç çalışmadan rahat bir biçimde ömrünü geçireceği fikri onu mutlu etmiş fakat, yan taraftaki daha büyük ev ve iş yerinin içerisinde kıskandığı kişiyi düşününce birden morali bozulmuş. Ondan da vazgeçmiş.
Nihayet çiftlikleri düşününce de aynı duyguları yaşamış. Akrabasının kendisinden daha fazla mülke sahip olup onu her gün görmenin düşüncesine bile dayanamamış.
Sonra birden gözleri parlamış ve doğru padişahın huzuruna çıkmış.
Padişaha demiş ki:
-Padişahım! Benim için ne takdir ederseniz beraber geldiğimiz akrabama iki mislini takdir edeceksiniz değil mi?
Padişah: "Evet " demiş.
Adam: "Padişahım! ben mal istemiyorum. Lütfen benim bir gözümü çıkarıp kör edebilir misiniz." demiş...
Felak suresini okuduğumuzda "Kıskandığı zaman kıskanan kimsenin şerrinden Sabahın Rabbine (Allah Teala'ya) sığınırım diye dua eder böylelerinden Allah Teala'ya sığınırız.
Peygamber efendimiz: "Ateşin odunu yakıp tükettiği gibi kıskançlık ta (haset) iyilikleri yer bitirir" buyurmuşlardır.
Rabbimiz bizleri, haset etmekten ve haset edilmekten (kıskanılmaktan) muhafaza eylesin.


İLGİNÇ BİR HATIRA

Liseye gittiğim yıllardı. Uzun zamandır çocukları olmayan komşumuz Tavşanlı'nın uzak köylerinin birinden evlatlık olarak 5-6 yaşlarında bir erkek çocuk getirmişlerdi. Anlatıldığına göre henüz küçük olan beş kardeş, anneleri vefat edince bakacak kimseleri de olmadığından babaları tarafından hepsi evlatlık olarak verilmişti.
Komşumuz olan aile çocuğa iyi bakıyor ve üzerinde titriyorlardı. Çocuk ta mutlu görünüyordu. Kim bilir annelerinin vefatından sonraki günlerde ne gibi sıkıntılar çekmişti.
Çocuk ilkokul 1. sınıfa başladığında ben lise son sınıfa gidiyordum. Öğretmeni verdiği fişleri çalışması için ödev vermiş. Anne-babanın ikisi de okuma yazma bilmediğinden, annesi yardımcı olmam için çocukla bizim eve gelmişlerdi. Fişin birisi "ALİ ELİNİ YIKADI" biçimindeydi. Fakat çocuk bunu "ALİ ELİNİ YAYKADI." şeklinde okuyordu.
Aramızda şöyle bir diyolog geçti:
-Önce ben okuyayım sonra sen tekrar et tamam mı?
-Tamam.
*-Ali elini yıkadı.
-Ali elini yaykadı.
*-Yaykadı değil kardeşim yıkadı... Haydi tekrar söyle bakalım; Yıkadı.
-Yaykadı.
*-O zaman kelime kelime okuyalım. Haydi başlıyoruz.
*-Ali
-Ali
*-Elini
-Elini
*-Yıkadı
-Yaykadı.
*-Yine olmadı. Bir de hece hece okuyalım bakalım.
*-Ali
-Ali
*-Elini
-Elini
*-yı
-yı
*-ka
-ka
*-dı
-dı
*-yıkadı
-yaykadı.
*-Yine olmadı bir de şöyle deneyelim.
*-yı
-yı
*-kadı
-kadı
*-yıkadı
-yaykadı.
Belki bir saat "yıkadı" kelimesini değişik hecelerde okuttum. Hece hece doğru okuyordu. Fakat ne zaman yıkadı diye heceleri birleştirsem "yaykadı" diyordu. Baktım olmuyor, vazgeçtim. "Bu çocuk geri zekalı mı? acaba" diye düşündüm. Fakat çocuk tabiri caizse cin gibiydi.
Aradan yıllar geçti. Biraz psikoloji ilmine merak sardım, bilinçaltını anlamaya çalıştım. Sonraki zamanlardan birinde bu çocuğa fiş öğretirken yaşadıklarım aklıma geldi. Bu olayı tekrar değerlendirdim. Zihnimde oluşan şey gözlerimi yaşarattı.
Çocuğun bizim köyde kullandığı kelimeler ile kendi köyünde kullandığı kelimeler aynı şekilde söyleniyordu onlarda bir sorun yoktu. Fakat yıkadı kelimesini annesi YAYKADI şeklinde öğretmişti. Mesela annesi ona "elini yüzünü yıka" demeyip "elini yüzünü YAYKA" demişti. Belli ki çocuğun bilinçaltı annesinden kalan bu özel hatırayı değiştirmek istemiyordu. Belki de çocuk bunu bilinçli olarak yapıyor annesinin öğretisine ihanet etmek istemiyordu.
Anne özleminin ne olduğunu o gün (bunu farkettiğim gün) farklı biçimde öğrenmiş oldum.
Yaş ilerleyince insanın gözleri de
pek sulu mu oluyor ne... bak yine gözlerimi siliyorum.
Rabbim hiç bir çocuğu annesiz babasız bırakmasın

UMREDEN DÖNÜŞ/ UMRE NOTLARI-11

Dönüş günümüz yaklaştığında herkes eşyalarını valizlerine yerleştirdi. Fakat küçük öğrenciler eşyalarını valizlerine zor zahmet yerleştirebildiler. Gümrüklerde valizleri açtırıp eşyalar dağıtılırsa kolay kolay bu eşyalar toplanamaz diye düşündüm.  Öğrencilerin aldıkları hediyelikler o kadar çoktu ki otobüse nasıl sığdıracağız diye de endişe ettim. Zaten herkesin Mekke'de doldurduğu epey yekün tutan zemzemleri vardı. Alınan hurmalar, normal giyecek valizlerimiz, hediyelik eşyaların yerleştiği valiz ve koliler hakikaten çok fazla olmuştu.

Otobüslerimiz otelin önüne geldiklerinde lastiklerinin tümünün yenilendiğini gördük. Lastikler orada Türkiye ye göre oldukça ucuz olduğundan, giderken normal lastikle gidip orada değiştirmiş ve çıkanları orada bırakmışlar.

Eşyalarımızı otelden indirip büyük olanları otobüsün bagajlarına düzenli bir biçimde yerleştirdik. Otobüsün koridorlarını çocukların zor geçeceği bir biçimde doldurduk küçük eşyaları yukarılara koyduk. Çocukların aldığı kumaş türü şeyleri oturacakları koltuklara koydurduk. Bazıları ayaklarını koyacakları yerlere de eşyalarını koyarak bağdaş kurarak oturdular.

Aksaray'dan öğrenci getirmiş bir otobüse baktım eşyalarını bagaja koymuşlar artan bazı malzemeler de arka camın oralardaydı. Koridorlar  bom boştu. O zaman bizim Tavşanlının eşya konusundaki hırsını daha iyi anladım. Çünkü öğrencilerin aldığı şeylerin pek çoğu ailesi veya akrabaları tarafından sipariş verilen şeylerdi.

Medine'ye veda edip yola çıktığımızda gözümüzü Ülkemize diktik. Yollarda kısa ihtiyaç ve namaz molaları haricinde pek durmadık. İkinci şöförümüz Turgut abinin ayağı da nisbeten iyileştiği için uzun süreli yolculuk problem oluşturmuyordu.

Irak gümrüğüne girdiğimizde oradaki görevli evraklarımızı imzalamıyor resmen rüşvet istiyordu. Rüşvet olarak "müseccel" yani teyp istiyordu. Epey dil dökmemize rağmen adam imzalamıyor. Valizleri tek tek açtırıp kontrol etmeye kalksa zaman ve emek bir tarafa, çocukların o valizleri tekrar toplama ihtimali oldukça zordu. Bir de Irakta savaş devam ettiği için teyp, dürbün gibi bazı eşyaların Irak'a girişi zaten yasaktı. Kendi ülkemize girişi yasak olmadığından öğrencilerin çoğu teyp (kasetçalar) almışlardı. 

Aklıma bir fikir geldi.İsmail İsimli bir öğrenci seyyar satıcılardan çin malı bir teyp almış otele geldiğinde teybin çalışmadığını söylemişti. Değiştirmek için gittiğinde aldığı yeri bulamamış (veya adam yokmuş)ve bayağı üzülmüştü. İsmail'e arızalı teybin yakınlarda olup olmadığını sordum. Otobüsün üst rafında olduğunu söyledi. Onu alıp görevliye verdim. İmzayı atıp yola devam ettik. Durumu müsait olanlardan zaten ucuz olan teybin parasını toplayıp İsmail'e verdim. Allah Teala bizleri affetsin. Rüşvet vermek zorunda olduğum bu olay benim bu konudaki ilk ve son vukuatımdır. 

Daha sonraki yıllarda bir arkadaş Suriye üzerinden arabasıyla bir kaç arkadaşıyla birlikte hacca gitmişti. O arkadaş da geldikten sonra "bir daha arabamla gitmem arkadaş. Hacca sevap kazanmaya gittik ama kaç yerde rüşvet vermeden geçemedik. Eksik bir belge yok ama işini yapmayıp bekletiyorlar en sonunda lanet olsun deyip ufak tefek hediye mahiyetinde rüşvet verip işimizi yaptırabildik." demişti.

Irak'ta sık sık yol kontrolleri oluyordu.  Genelde otobüsteki sayı ile resmi listedeki sayıyı karşılaştırıyorlardı. Bir keresinde yine bir kontrolde görevli asker (kırk yaşlarında bıyıklı bir asker) listeyi istedi. Kontrol etti.İmza atacakmış gibi kalem istedi. Ben de oradan (burada bayağı pahalı, orada normal fiyata olan) sheaffer marka tükenmez ve dolma kalem seti almıştım. Tükenmez kalemi yanımdaydı. O kalemi verdim. Adam imza atacakmış gibi yaptı fakat atmadı. Niyeti başkaymış. Kalemi cebine koydu. Ne kadar istesem de vermedi. "El kalemu ındek" diyor. Kalemi verdim, kalem sende diyordu. Bu da bana ayrı bir ders oldu. 

Irak çöllerinden gece geçtik. Şoförlerimiz çölde durmanın çok tehlikeli olduğunu, duran arabalara pusuya yatmış bazı çetelerin hırsızlık amaçlı saldırılar düzenlediklerini bildirdiler. (Şoförlerin kendi aralarındaki yol muhabbetinden öğrenmişler) Bu sebeple bazı çocuklar ihtiyaç için ısrar etmelerine rağmen durmayıp akaryakıt istasyonuna kadar devam ettiler. 

Ülkemizin gümrüğüne girdiğimizde çok sevindik. Orada bandrol alınması gereken cihazlar için bandrol alındı. Valizleri açtırmadılar yoksa işimiz zordu.

Mola verilen yerlerde öğrenciler telefon kulübelerine koşuyor ailelerine nerede olduklarını haber veriyorlardı. Üç günlük yorucu bir yolculuktan sonra  çok şükür büyük bir problemle karşılaşmadan sağ salim Tavşanlı'ya geldik. Çoğu ilk defa ailesinden ayrılan öğrencilerle aileleri doğal olarak birbirlerini özlemişler. Sarılma faslından sonra eşyaları indirdik. Herkes eşyasını ayırarak ailesine veriyor onlar da arabalarına koyuyorlardı. Eşyalarını yükleyen aileler çocuğunu da alarak gittiler.

Sadece iki öğrencinin babası bize hoş geldin deyip öğrencileriyle ilgilendiğimiz için teşekkür ettiler. Diğerlerinin aklına gelmedi zannedersem. Bu da benim için unutamadığım bir hatıra oldu.

Rabbim oralara gitmek isteyen kardeşlerimize en hayırlı şekilde gidip gelmeyi nasip eylesin.

MEDİNE-2/ UMRE NOTLARI-10

...
Küçük öğrencilerin bir kısmı Mekke'de paralarını bitirmişlerdi. Bir kısmı da Medine'deki ilk günler bitirmişler. Memleketten de (o dönemde) para isteme durumları olmadığı için moralleri bozulmuş benden ödünç para istiyorlardı. Haydi harçlık üç beş kuruş verelim de eşya almak için onlara verecek param zaten yoktu ki. Parası bitenlerin canları sıkılmaya başladı. Bana ne zaman gideceğiz diye soruyorlardı. Halbuki dönüş tarihimizi biliyorlardı.
Medine, Mekke'ye göre her yönden sakin bir şehirdi. Otelimiz ile Mescid-i Nebi arasında araç trafiğine açık yol yoktu. Bizler de zaten mescide bir alandan gidip geliyorduk. Öğrencilerin arabalar tarafından çarpılma ihtimali azaldığından bu konudaki endişelerim de azaldı.
Gerek Mekke'de gerek Medine'de Mescidin yakınlarında jetonla çalışan telefon kulübeleri vardı. Uluslararası olduğu için ülkemizle konuşurken çok kısa zamanda epeyce jeton çekiyordu. İsteyen aileleleriyle oradan haberleşebiliyordu.
Bir günümüzü Kuba ve Uhut ziyareti için ayırdık.
Önce Kuba'ya gidip Kuba Mescisini (Kur'anda "Takva üzere bina edilmiş mescid" olarak bahsedilen mescidin Kuba Mescidi olduğu konusunda rivayetler var) ziyaret ettik, namaz kıldık. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz Hz. Ebu Bekir efendimizle birlikte Medine'ye hicretinde önce Kuba'ya gelmişler, orada dört gün kalmışlarlar ve orada mescid inşa etmişler (veya daha önce bir sahabinin mescid olarak çevirdiği yeri biraz daha büyütmüşlerdi) ve namaz kıldırmışlardı.
Rivayet edildiğine göre Efendimiz Kuba mescidini genelde cumartesi günleri olmak üzere sık sık ziyaret edip orada namaz kılarmış.
Sonra Uhud'a vardık. Uhut şehitliğini ziyaret ettik yakınıdaki Okçular Tepesine vardık. Fakat Okçular Tepesi'nin yüksekliğine baktığımda "okçular bu küçük tepenin neresine yerleşmiş acaba" diye hayret etmiştim. Aradan yıllar geçtikten sonra oralara her yıl bir kaç kez gidip gelen Mehmet Talu hoca ile sohbet ederken Okçular Tepesinin 20 metre civarında indirildiğini söyleyince okçuların tepeye yerleşme sahnesi o zaman zihnimde tamamlandı. Oranın malzemelerinin başka yere taşınarak 20 metre indirilmesi yanında her yıl milyonlarca kişinin oraya çıkması neticesinde gevşek zemini bulunan tepenin üst kısmı muhtemelen biraz daha aşınmıştır.
Not: Bu suud yönetiminin her yıl milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen tarihi yerleri tahrip etmesini bir türlü anlayamıyorum. Cehalet midir? İhanet midir? Yoksa başka bir şey midir?
Son gidişimde Uhut savaşının yapıldığı yerlerin iskana açıldığını, oralara bir çok gece kondu mahallesi yapıldığını gördüğümde çok üzülmüştüm
Medine'de namaz vakitleri dışında vakitlerimizi çevredeki dükkanları gezerek alış veriş yaparak veya otelde geçiriyorduk.
Komik bir olay: Bir akşam otelde şoförlerimizle yemeğimizi yedikten sonra çay içip sohbet ediyorduk. Orta okul birinci sınıf öğrencilerinden birisi geldi. "Hocam babama hediyelik çakmak aldım" deyip bana gösterdi. Kaça aldığını sordum. "45 riyala aldım" deyince, şoför Ali abi Tavşanlı şivesiyle "Ötümyo len buu" Yani "bu ötüyor mu niçin bu kadar pahalı" demek istedi. Tavşanlıda bir şey emsallerinden pahalı olunca böyle bir tabir kullanılır. Çocuk bu sözün mecazi anlamını bilmediğinden gayet saf bir şekilde "ötüyor abi" dedi. Çakmağı yakınca gerçekten cık cık cık diye ses çıkararak ötüyordu. Bu olaya epey gülmüştük.
Medine'de son günümüz müydü? yoksa son günden bir gün önce miydi? tam hatırlayamadım, hediyelik hurma almak için yatsı namazından sonra öğrencilerle hurma pazarına gidiyorduk.Önceki yazımda da belirttiğim gibi, o zamanlar Mescid-i Nebi şimdiki gibi büyük değildi Mescidin kenarlarında küçük hediyelik eşya satan dükkanlar vardı. Sonra boş araziden geçip hurma pazarına gidiliyordu.
Bizler tarif üzere ay ışığında, boş araziden, toprak yolda hurma pazarına doğru giderken arkadan bir kişi Türkçe gurbet türküsü çekmiş geliyordu. İster istemez dönüp baktık. Şahsın üzerinde arapların giydiği cellabiye (uzun entari) vardı. Bizim baktığımızı görünce selam verdi. "Aleykümselam" dedik. "Nerelisiniz?" diye sordu. "Kütahyalıyız." Dedik. "Siz nerelisiniz?" Diye sorudum."Tarsusluyum" deyince ismini sordum. " Mustafa” dedi.
"Tarsus'tan Selehaddin hocayı ve şunları tanıyor musun” diye sordum. “Evet tanıyorum, arkadaşlarımdır” dedi.
“Onların sana selamı var” dedim ve Tarsusta olanları anlattım. (İkinci bölümdeki yazımda oradaki arkadaşların "Medine'de Mustafa'ya selam söyle" sözleri üzerine yaptığımız konuşmayı anlatmıştım.) Mustafa bu olaydan çok memnun oldu.
Bizi hurma pazarına götürdü. Kaliteli hurmaları bize gösterdi. Almaya karar verdiğimiz hurmalar için satıcıyla pazarlık yaparak (toptan olduğu için) epeyce fiyatından ikram ettirdi. İşimiz bitince teşekkür ederek vedalaştık.
Devam edecek inşaallah...




MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...