AYNI KİŞİYE ÇEVRESİNİN BAKIŞ TARZLARI

Kişilerin değeri, herkese göre aynı değildir. Kişiler muhataplarını kendi durumlarına göre  değerlendirirler.
Yusuf'u düşün...(aleyhisselam)  muhataplarının O'na bakışını...

 Babasına göre: Yokluğu gözlere malolacak kadar değerli  bir oğul. Deyim yerindeyse, Dünya bir yana Yusuf bir yana.
Kardeşlerine göre:
(1)  Ailedeki huzursuzlukların kaynağı. Ortadan kaldırılması gereken bir fazlalık.
(2) Her yönden erdemli olduğunu itiraf ettikleri, saygıyı hak eden bir değer.
Kervandakilere göre: satılıp kar getirecek  bir meta'.
Vezire göre:
(1) Kendisine hizmet edecek bir köle, hizmetçi. Hoşlarına giderse belki, evlat özlemini yerine getirecek bir kişi.
 (2): Suçsuz olduğunu bildiği halde, halkın dedikodusundan kurtulmak (ve-veya) kendi koltuğunu korumak için zindana gönderilmesinde sakınca olmayan bir şahsiyet.
 O'nu tanıyan saray çevresindeki  kadınlara göre: Hoşça vakit geçirilecek partner.
 Hükümdara göre :
(1): Hatırlı insanların şikayeti üzerine araştırma yapma gereği bile duyulmadan zindana gönderilmesi gereken biri.
(2) Devlet yönetiminin zor olduğu bir dönemde yönetime katkı sağlayacak bilge. Maliye yönetiminin teslim edilebileceği güvenilir ve yetenekli bir idareci.
Meleklere göre:..
En önemlisi Allah Teala’ya göre: .... 

ÖĞRETMENLER,ÖĞRENCİLERİNİN GÜZEL AHLAKLI OLMALARINA NASIL KATKIDA BULUNABİLİRLER?

 1- Dersleri normal, güzel ahlaklı, çevresiyle uyumlu öğrencilere, başarılı fakat uyumsuz, kaprisli öğrencilerden daha fazla değer verilmelidir.
Bu sayede öğrenciler güzel ahlaklı olmanın önemini daha iyi kavrarlar.
  Öğretmen güzel ahlakın önemini anlattığı halde, ahlaken zayıf fakat başarılı öğrencilere daha çok ilgi gösterip değer veriyorsa , bu konuda anlattıklarının  fazla bir faydası olmayacaktır.
 2- Ders başarısının önemli olduğu, fakat güzel ahlakla desteklenmeyen başarının  bir öneminin olmadığı sık sık vurgulanmalıdır.
 Önemli mevkilere gelmiş, başarılı, fakat ahlaksız kişilerin toplumun başına bela olduğu isim vermeden olaylar üzerinden örneklerle anlatılmalıdır.

3-Öğretmen bu konuda örnek olmalı, söz ve davranışları birbirini desteklemelidirler.
(Kızım ilkokula giderken sigaranın zararlarını öğreten öğretmeninin öğretmenler odasında sigara içtiğini görünce hayatının şokunu yaşamıştı.) 
4-Çevreden güzel örnekler, veya tarihimizden güzel örnekler anlatılarak öğrencilerin o davranışı öğrenmesi ve özenmesi ve benimsenmesine çalışılmalıdır.
5-Öğrencilerin güzel davranışları öne çıkarılmalı, övülmeli bu öğrenciler ödüllendirilmelidir. (Bu ödül “aferin” olabilir. Arkadaşlarına alkışlattırma olabilir. Not olabilir. Küçük hediyeler olabilir.)

 Bu övme ve ödüllendirme iki şekilde olabilir.

 Birinci metot: Arkadaşlarının huzurunda.(Bu metot ilköğretim öğrencilerinde etkilidir.)

 Mesela:
 *Falan arkadaşınızın uzun zamandan beri temizlik hususundaki hassasiyeti dikkatimi çekti. Hatta masasının altını da üstü de her zaman temiz ve düzenli gördüm. Arkadaşınız bu davranışıyla dinimizin önemli bir kuralını da yerine getiriyor. Huzurunuzda arkadaşınızı tebrik ediyorum.
 *Çocuklar! Falan arkadaşınızın, arkadaşlarıyla uyum içerisinde oluşu, okul kurallarına uyması dikkatimi çekti. Peygamberimiz, İyi müminlerin başkalarıyla iyi geçineceğini belirtmiş, geçimsiz, uyumsuz kimselerde hayır yoktur buyurmuş". Onu tebrik ediyorum.
 *Çocuklar! Falan arkadaşınızın yardımseverliği dikkatimi çekti. Ne güzel bir davranış kazanmış. Bu güzel davranışın kazanılmasında kimler etkili olmuşsa ayrıca onları da tebrik ediyorum. Ayrıca Allah’ımız da başkalarına yardım edene yardım eder. Arkadaşınızı tebrik ediyorum.

*Çocuklar! Falan arkadaşınızın dürüstlüğü benim dikkatimi çektiği gibi idarecilerin de dikkatini çekmiş. Falan olayda kendisinin ceza alacağını bildiği halde doğruyu söylemiş. Böyle dürüst öğrencilerimle gurur duyuyorum. Onu tebrik ediyorum. Dinimiz dürüst insanları hep övmüştür.
 Bu örnekler çoğaltılabilir.
 Bu tür, arkadaşlarının arasında övme ve ödüllendirme hem öğrencide güzel davranışın pekişmesine yardımcı olur, hem de sınıftaki diğer öğrencilere teşvik olur.
İkinci metot ise: Öğrenciye, özel olarak, yaptığı güzel davranış söylenerek tebrik edilir ve bu davranışın devamı dilenir. Bu da davranışın pekişmesine yardımcı olduğu gibi öğrencinin kendini değerli hissetmesini sağlar. Öğretmene bağlılığını artırır. Söylediklerini daha çok dikkate alır.
Ayrıca, birkaç kez güzel davranışı kendisine söylenen öğrencinin olumsuz davranışı olduğunda, öğretmeni yine özel olarak konuşup "bu davranış sana yakışmıyor" dediğinde öğrenci bu uyarıyı dikkate alır.
 Not: Övgü arkadaşlarının yanında da, özel olarak da yapılabilir. Fakat eleştiri mutlaka teke tek olmalıdır.
 Ali USLU / TAVŞANLI

ÇOK KONUŞULAN DİNİ BİR MEVZUDAKİ GÖRÜŞLERİM.


Çok kez şahit olduğum (bir konudaki) konuşma şu minvalde geçiyor:
“İblis Allah Teala’nın  secde et emrine karşı geldi. secde etmedi ve şeytan oldu. Allah Teala sana da günde beş vakit secde etmeni emretti.
O bir defa secde etmedi şeytan oldu, sen günde beş kez secdeden kaçıyorsun sen ne oluyorsun?.”
Burada bir mantık hatası var gibi geliyor. Şöyle ki:
1-Kur’anda ( Araf suresinde) belirtildiğine göre; Allah Teala Ademe secde edin deyince iblis kibirlendi ve secde etmedi.
2-Allah Teala hatasını bildirince o fikrinde ısrar etti tevbe etmedi.
Beş vakit namaz kılmayanlara gelince:
1- Bu kişilerin çoğu cumalarda ve bayramlarda secde ediyorlar. Yani secde et emrine kibirlerinden dolayı karşı çıkmıyorlar. Bu kişilerin Allah’a secde etme konusunda problemleri yok
2- Problemleri,  nefisleriyle ilgili. Zor geliyor, üşeniyorlar veya tembellik gösteriyorlar.
3- Bu şahılar şeytanlaşmış olmuyorlar fakat namaz konusunda şeytanın oyununa gelmiş oluyorlar.
BU SÖYLEDİKLERİMDEN NAMAZIN ÖNEMSİZLİĞİ ÇIKARILMAMALIDIR. NAMAZ DİNİMİZİN TEMEL İBADETLERİNDENDİR. KILMAYANLAR BÜYÜK GÜNAH İŞLEMİŞ OLURLAR.

BİR AYET VE (Ayete göre durumumuz)

 "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur

İsrâ : 36"

DURUM

 Duyduğumuz şeylerin doğruluğunu araştırmadan başkalarına aktarırsak,

 Başkaları aleyhine konuşanlar, konuştuklarıyla ilgili bilgi kaynaklarını sorgulamak yerine zevkle dinlersek.

Sosyal medyada okuduğumuz şeyleri doğruluğuna yanlışlığına bakmadan paylaşırsak, veya beğenerek yayılmasına yardımcı olursak.

Emin olmadığımız halde gördüğümüz (birilerinin aleyhinde) şeyleri tahmin yürüterek aktarırsak.

Birilerinin anlatmasından veya (bilgi kaynağı güvenilir olmayan) yerlerden okuduklarımızdan dolayı birilerine kalbimizden buğz edersek.

 SORUMLULUKTAN KURTULAMAYIZ

İPLİKTEKİ SIRLAR


  Derviş, ara sıra gidip kaldığı, babasından kalma köydeki çamurla örülmüş taş evinde, ihtiyaç duyduğu bir malzeme için dolapları karıştırırken eline yumruk büyüklüğünde bir ip yumağı takıldı.
  Yumağa bakarken eskilere çocukluğuna gitti. Aradığı malzemeyi aramaktan vaz geçip oturdu ve yumağı seyre koyuldu.
   Eskiden bu ipler çile olarak satılırdı. Orta okul yıllarında annesinin siparişi üzerine o da bu çilelerden almıştı. Bazen de köye çerçici ismi verilen,  tüm malzemeleri at sırtına yüklenmiş satıcılar gelir, sepet içerisinde ürünlerini teşhir ederlerdi. onların da en çok sattıkları malzemelerden birisi bu ip çileleriydi. (Sonradan çilenin farsça kırk demek olduğunu muhtemelen o iplik demetinde kırk tane iplik olduğu için böyle söylendiğini öğrendi)
  İplik çilesi birbirine karışmasın diye annesi onları sararak yumak halinde getirirdi.
  Şimdi elindeki bu yumak da muhtemelen 30-40 yıl evveline aitti.
    Yumağa baktıkça düşüncesi derinleşmeye başladı. Yumaktan biraz ip ayırdı olanca hızıyla öbür eline vurdu. Elinde okşamaya benzer bir his oluştu. Sonra ip yumağını top gibi elinin üstüne hafifçe vurdu elinin acıdığını hissetti. Demek ki hızla vurulsa epey sızlatacaktı. İp aynı ipti ama birbiri üstüne sarılınca etkisi çok değişiyordu.
     O gün bedeni değişik işlerle meşgul olurken zihni ipler üzerine yoğunlaştı.
  Ertesi günü ilçedeki ilk işi urgan almak için  pazara gitmek oldu. Tane fiyatının beş lira olduğunu öğrenince biri ince dokuzu kalın urganlardan on tane aldı. Urganların ucuzluğundan dolayı "Köylü amca galiba kendi imal ediyor" diye düşündü.
  Önce beş tanesini yan yana uzattı. Bunları saç örer gibi örüp uçlarını düğümledi. Kalın bir halat olmuştu.
  Sonra üç tanesini ördü. Bu da güçlü bir halat oldu. Fakat birinci kadar değildi.
  Elinde bir ince bir kalın urgan kalmıştı.
  Yaz tatilinde, mahallesindeki camiye gelen çocuklara bazen ufak tefek hediyeler götüren dervişi çocuklar çok sevmişti. İmam efendiyle de muhabbetleri iyiydi.
  Derviş elindeki urganlarla namaz vaktinden önce camiye gitti. Çocuklar her zaman elinde yiyecek ve hediye gördükleri dervişin elindeki urganları görünce şaşırdılar. Bir anlam veremediler.
Derviş selam verip bir köşeye oturdu. İmam efendi dersi bitirince hoş beş ettiler.
   Derviş imamdan müsaade isteyerek çocuklara dedi ki:
"Çocuklar! Birazdan yiyecek ikramımız olacak inşallah. Siparişler gelinceye kadar size küçük bir deney göstereceğim."
Farklı kalınlıktaki biri ince diğeri kalın iki urganı göstererek:
"Sizce hangisi daha sağlamdır, daha kuvvetlidir?" diye sordu.
Çocuklar kalını gösterdiler. "Doğru bildiniz" dedi derviş ve anlatmaya devam etti.
"Aslına bakarsanız kalın urgan da ince urgan da aynı malzemeden yapıldılar. Ama diyelim ki ince urgan yüz liften oluşuyorsa kalın urgan yüz elli -iki yüz liften oluşuyor. Demek ki sayılar fazlalaştıkça kuvvet de artıryor..."
 Sonra kalın urganın ucundan bir metre kadar bölümün bükümünü tersine bükerek liflerinin ayrılmasını sağladı.
Öğrencilere dönerek: "şimdi söyleyin bakalım bu kalın urgan mı daha sağlam ince urgan mı" diye sordu.
Kalın urganın uç tarafı liflere ayrıldığından güçsüz görünüyordu.
Bazı çocuklar tereddüt gösterirken, bazıları ince urganın daha sağlam olduğunu çünkü kalın urganın iplerinin ayrılması sebebiyle zayıfladığını söylediler.
Yine, “aferin” dedi derviş.
"Buradan da bir şey öğrendik" dedi ve ekledi.
"Urgan gücünü, onu oluşturan liflerden alıyor. Ancak bu liflerin birbirine sımsıkı sarılması ve desteklemesi şartıyla. Lifler çok olsa bile, aralarındaki bağ sıkı değilse, birbirlerini desteklemiyorlarsa urganın gücü azalıyor."
  Elindeki çakı ile urganın lifleri ayrılmış bölümünü kesti. İsteyenlerin urgandaki liflerden birer tane almalarını söyledi. Öğrenciler hızlı bir şekilde birer tane lif alırken,  O, yanında getirdiği 10-15 cm lik parmak büyüklükteki ağaç dallarından öğrencilere ikişer tane verdi. Aldıkları liflerin birer uçlarını dal parçalarına sıkıca bağlamalarını istedi.
   Ağaç parçalarından tutup zıt yönde asılarak ipi koparmalarını söyledi. Bazıları ilk asılışta bazıları bir kaç tekrardan sonra kopardılar. Koparamayan bir kaç küçük öğrenciye karşılıklı asılmalarını tavsiye etti. Onlar da kopardılar. "Koparabilenler tekrar lif alsın koparsın, bakalım en çok kim koparacak." dedi.
Kısa zamanda urganın tüm lifleri kopmuştu.
Sonra bütün öğrencileri bahçeye çıkarıp oyun  isteyenleri ikiye ayırdı.
Urganın iki ucundan tutarak karşılıklı olarak asılmalarını söyledi.
 Çocuklar olanca güçleriyle urganı karşılıklı asıldılar ve bir grup yenildi.
Derviş, urganda bir incelme veya kopma olup olmadığını sordu.
Çocuklar "bu bizim asılmamızla kopmaz ki" dediler. "Hatta büyüklerin asılmalarından dolayı da kopmaz."
Derviş, çocukları yerlerine davet ettikten sonra açıkladı:
 "Çocuklar! bu gün sizlere, aslında bildiğiniz bir konuyu, birliğin önemini deneyerek görmenizi istedim.
Bakın! urganın ayrılmış liflerini çok kısa zamanda birer kişi kopardığınız halde ayrılmamış bir birine sarılı bölümünü hep birlikte asıldığınız halde koparamadınız. İşte " birlikten kuvvet doğar" atasözü buna işaret ediyor. Bizler millet olarak bir ve beraber olursak, birbirimize destek olursak sağlam urgan gibi oluruz. Düşmanlarımız bizi yenemezler. Fakat birbirimize destek olmaz sırt çevirirsek herkes kendi çıkarını düşünürse urganın dağılmış ipleri gibi oluruz, gücümüzü kaybederiz ve en küçük kuvvet karşısında kopup dağılırız, yeniliriz."
   Elindeki ince urganı gösterdi ve sordu:
Bununla neler yapılabilir?
  "Hayvan bağlanabilir, dedem köyde danaları buna benzer iple bağlıyor" dedi bir öğrenci.
"Aferin" dedi derviş.
 Bu defa kalın urganı gösterdi.
Bununla neler yapılabilir?
"Yolda kalan otomobiller bununla çekilebilir" dedi, başka bir öğrenci.
- Aferin, sen nereden biliyorsun? dedi derviş.
"Babam tamirci, orada gördüm." diye cevapladı çocuk.
" Peki kamyon çekilir mi" diye sordu aynı öğrenciye.
"Çekilir ama zora gelince kopabilir" diye cevapladı çocuk.
Üç urganın örülerek yapıldığı halatı gösterdi derviş. Ve sordu:
"Bununla kamyon çekilebilir mi?"
"Evet çekilebilir" dediler.
Sonra beş urgandan yapılmış en kalın halatı gösterdi.
"Bununla tırları bile çekebilirsiniz" dedi bir öğrenci.
Derviş:
 "Aslında tırları çekecek güçteki bu halat da demin sizlerin rahatça kopardığınız liflerden oluşuyor. Fakat güçlerini birleştirince ne kadar güçlü oluyor değil mi? dedi ve sustu.
 Bazı öğrencilerin derin bir düşünceye daldıklarını fark ederek memnun oldu.
   "Şimdi size önemli bir şey söyleyeceğim buraya daha dikkat ederseniz memnun olurum" diyerek devam etti.
 "Toplumu oluşturan bireyleri iplere benzetmiştik. Bu ipler birbiriyle uyumlu olduğunda ise urgana benzetmiştik.
Her bir urganı da değişik milletlere benzetelim. Tarihimizde Müslüman milletler aynen halat gibi birbirlerine destek olduklarında ortak düşmanlarına galip gelmişler Haçlı seferlerini püskürtmüşlerdir.
   Ne zaman ki, halatı meydana getiren urganların her biri kendilerini daha önemli görüp halattan ayrılınca güçlerini kaybetmişlerdir. Ve ortak düşmanlarına karşı güçsüz kalmışlardır.
 Hele bir de urganı oluşturan unsurlar da birbirinden ayrılınca kolay yutulur lokma haline gelmişlerdir. Bu gün Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerde gördüğümüz budur.
Sevgili Peygamberimiz, müminleri bir binanın birbirlerini destekleyen tuğlalarına benzetmiş ve bütün Müslümanların kardeşler olduğunu bildirmiştir.
 Rabbimiz ise Kuranda buyuruyor ki: 
."Allah'a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.(Enfâl : 46)
"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin..." (Âl-i İmrân : 103)
Tam sözlerini bitirdiğinde beyaz önlüklü bir garson kapıdan göründü. Çocuklar garsonun elindeki sepete merakla baktılar.
Derviş, dinledikleri ve etkinliğe katıldıklar için çocuklara teşekkür etti ve "afiyet olsun" diyerek camiye doğru yöneldi.

TEFEKKÜR HİKAYELERİ (Derviş yazıları)
http://www.aliuslu.net/2017/11/tefekkur-hikayeleri.html

BU YAŞTA ÇOK TATLILAR. LAKİN...

   Yıl 1986 veya 87, Tarsus'ta çalıştığım yıllar. Öğretmen bir arkadaşla banliyö treniyle Mersin'e gittik. O zamanlar Adana- Mersin arası banliyö treni çalışırdı)
 Dönüşte karşımda yaşı 60 civarında gösteren bir bey oturuyordu. Arkadaşın iki yaşlarında oğlu da vardı yanımızda.
 O bey, bana sordu:
-Bu çocuk senin mi?
"Hayır, arkadaşın." dedim
"Bu yaşta bunlar çok tatlı oluyorlar. Lakin..." dedi ve durakladı, yutkundu.
Sonra derinden bir iç çekti. Yüzünü çevirdi, dışarı bakar gibi yaptı. Muhtemelen gözlerindeki yaşarmayı gizliyordu.
Kendine biraz geldikten sonra anlatmaya başladı.
"Benim de iki tane oğlum var. Onlar küçükken omuzlarımdan inmezlerdi. Tarlalarda çalışırken bile omuzlarımda taşırdım. Sevgimden ve merhametimden dolayı indiremezdim.
Büyüdüler ev bark sahibi oldular.
Anneleri Mersin'de on beş gün önce ameliyat oldu. Hala da hastanede, bizimkiler  ziyaretine bile gelmediler.
Ve adam sustu... dışarı bakmaya devam etti.
Ne diyeceğimizi şaşırdık. Konuşsak ne diyebilirdik ki?
   Çocuklarını dinlesek belki onların da kendilerine göre anlatacakları vardır. Belki de ana-babalarından hiç beklemedikleri şeyler görmüşlerdir.
 Fakat hiç bir mazeret ameliyat olan annesini arayıp sormaya engel olmamalıydı.
Anne-babaya iyi davranmak Rabbimizin kesin emridir. İsra suresinde buyuruyor ki:
"Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle."(İsrâ : 23)
Sevgili Peygamberimiz de bizleri uyarmış ve buyurmuşlar ki:
“Allah'ın rızası anne ve babanın rızasındadır...”(Tirmizî/ Birr)
 Annenize babanıza gücenseniz bile onları gücendirmeyin. Bu hem Dünyada  hem Ahirette size iyilik olarak dönecektir.

ANA-BABAYA İYİ DAVRANMAK la ilgili yazımız için tıklayabilirsiniz:
http://www.aliuslu.net/2018/02/ana-babaya-iyi-davranmak.html



BAK EVLAT!


 Bu ülkenin ne evliyası biter, ne de eşkıyası.
Bu topraklarda nice yiğitler yetişmiştir, memleketi için gözünü kırpmadan canını feda eden.
 Maalesef küçük menfaatler uğruna düşmanla işbirliği yapanlar da çıkmıştır bu topraklardan tarih boyunca.
 İstiklal savaşımızda memleketin erkeklerinin çoğu vatan savunması için gitmişken, bazı kansızlar da onların evlerine musallat olmuşlardır bu topraklarda.
 99 depreminde birçok vatandaşımız elindekini avucundakini depremzede kardeşleriyle paylaşırken, bazı karaktersizlerin depremzedelerin evlerini yağmaladığı da görülmüştür.
 Bu durum dün böyleydi, bu gün de böyle. Muhtemelen yarın da böyle olacaktır.
Çok şükür ki hainlerin sayısı düzgün insanlara göre oldukça az bu topraklarda.
Ve bu ülkede çok samimi insanlar var. Karşılık beklemeden iyilik yapan, hesap yapmayan hasbi insanlar. Bu insanların çoğu etiketsiz, halkın sıradan gördüğü kişiler.
İnanıyorum ki sabahlara kadar gözyaşı dökerek memleketin selameti için yalvaran samimi müminler de var.
 Bu samimi insanlar gerektiğinde her şeylerini vatanları için vermeğe hazırlar.
Bu ülkede bir şeyler yapmaktan ziyade yapmış gibi görünen insanlar olduğu gibi, Bir çok şey yapıp da yaptığını göstermeyenler de var.
İnanıyorum ki bu samimi insanlarımız hürmetine inşaallah bizlere yardım edilecektir.

RABBİMİZE İLTİCA EDECEĞİMİZ İKİ AYET

NOT: Dua ederken “deki” bölümünü söylemeyiz.

Bismillahirrahmanirrahim.
De ki: "Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kadirsin."(Âl-i İmrân : 26)
"Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin." (Âl-i İmrân : 27)

TEFSİR
Mülk kelimesi tefsirlerde genellikle şu anlamlarla açıklanmıştır: “Peygamberlik, kudret, yönetme gücü, zafer, egemenlik, ilim, servet, itibar, akıl, sağlık gibi her türlü maddî ve mânevî imkân”…  (DİB Kuran yolu tefsiri)

Rabbimiz, mazlumların sığınağı ve ümidi olan ülkemizi aziz eylesin.
Düşmanlarımızı zelil eylesin. Her türlü hayrı üstümüzden eksik eylemesin.
Gecenin karanlıklarından gündüzün aydınlığını çıkardığı gibi bizlerin sıkıntılarımızı  ferahlığa tebdil eylesin.
Ekonomik olarak sıkıntıya düşürülmek istenen ülkemizin rızkını bollaştırsın inşallah.

 

AHİRETE İNANAN KARDEŞİM!


   Ahirete inanmayanlara sözüm yok. İnsan inanmadığı bir şey için niçin hazırlık yapsın ki? Ha bu durum (Ahirete inanmamak) Onu cezadan kurtarmaz . O ayrı bir konu.
    Benim sözüm Ahirete inanan kardeşlerime. Daha iyi bir anlatımla Ahirete inandığı halde inanmamış gibi yaşayanlara.
    Nasıl bir Ahirete inanıyorsunuz hiç düşündünüz mü?. Yoksa benim Afrika kıtasına inandığım gibi mi inanıyorsunuz. Ben Afrika kıtasının varlığına inanıyorum fakat bu benim hayatımda olumlu veya olumsuz hiç etkisi yok.
  Ahirete inanmak yaptıklarımızın ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın karşılığını görmeye inanmaktır. Cennete ve Cehenneme inanmaktır.
    Kur'anımız soruyor:
"Nereye gidiyorsunuz?" (Tekvir/26)
Yani gittiğiniz yol nereye çıkar. Sizi nereye götürür. bunu düşünmemizi sorgulamamızı istiyor.
   Hedefiniz Kütahya istikameti olduğu halde Balıkesir trenine  binerseniz her geçen dakika hedefinizden uzaklaşırsınız.
   Yaşadığımız süre yolu değiştirme şansımız var fakat bir gün o şans kalmayacaktır.
    "Herkes böyle yapıyor" diye bir mazeret kabul edilmiyor. Çünkü Cennet ve Cehenneme sıralamaya göre gidilmiyor. Her ikisinde de sınırsız kontenjan mevcut.
    Gelin nefsimizi hesaba çekelim. Tenha bir yerde bizi meşgul edecek telefon gibi  şeylerden uzak durarak içimize yönelelim. Yolumuzu kontrol edelim.
Kur'anın sorduğu soruyu nefsimize soralım "nereye gidiyoruz?" 

NOT: Bu yazı çok az da olsa, bazı kardeşlerimizi yaşantısını sorgulama ümidim sebebiyle samimi duygularla yazılmıştır.


 
 
 


EN ÇİRKİN SES HANGİSİDİR? NİÇİN?

   Sizce en çirkin ses, hangi sestir?
-...?
Lokman Suresinde eşeklerin sesi olarak belirtiliyor.
"Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir."(Lokmân:19)

Rabbimizin bazı ayetleri bizleri terbiye etmeye yöneliktir. Bunun için bazen örnekler vererek bizleri düşünmeye ve davranışlarımızı düzeltmeye teşvik eder.
 Yukarıdaki ayet-i kerime de bizi, yürüyüş ve konuşma konusunda ikaz eden ayetlerdendir. Konuşma adabı öğretilirken nasıl konuşmamız gerektiği belirtilmiş ardından da nasıl konuşmamamız gerektiği  çirkin ses örneğiyle açıklanmıştır.

-Acaba, eşeklerin sesi niçin en çirkin ses olarak belirtilmiştir? Hikmeti ne olabilir?
"sesini alçalt" denildikten sonra seslerin en çirkininin belirtilmiş olmasından çirkinlik sebebinin ses tonunun yüksekliyle alakalı olduğunu anlayabiliriz.
 
   Çocukluğum ve gençliğim köyde geçtiği için yakinen müşahede etmişimdir ki, eşeklerin anırma sesinin alçak perdesi yoktur. Hep sesinin son perdesini kullanırlar. Yani ses ayarını 1 den beşe kadar derecelendirsek 1,2,3. dereceyi pek duyamazsınız. Direkt 4. ve 5. dereceyi kullanırlar. Bu da çevresinde bulunanları oldukça rahatsız eder.
  Bu ayet-i kerimede almak isteyenler için çok güzel öğütler var. Çıkardığım dersleri yazayım. Sizler daha fazlasını da çıkarabilirsiniz.
1.Alçak sesle konuşmak asıl olmalıdır. Yüksek ses istisnai durumlarda gerektiği kadar kullanılmalıdır. Mesela üç- beş kişi sohbet ederken birbirimizi duyup anlayacak kadar bir sesle konuşmak yeterlidir. Fakat kalabalığa hitap ediyorsak onların duyacağı tonda konuşmanız gerekir ki bu durumlar istisnai durumlardır.
2-Çevredekileri rahatsız edecek tonda ses ve gürültü çıkarmaktan kaçınmalıyız.

Ayetten yola çıkarak şunların da ayette zemmedilen şeylere girdiğini söyleyebiliriz. 
*Sokak düğünlerinde ve düğün salonlarında hoparlörlerin yüksek ayarda tutulması.
 Bu durum orada bulunanları rahatsız eder, ki ediyor. Maksat nedir? gelenleri eğlendirmek. O halde gelenlerin duyacağı kadar ses yeterlidir.
*Kasıtlı olarak egzozlarından gürültü çıkartan motor ve araba sesleri, yüksek korna sesleri veya kornayı gerekmediği halde kullanmak.
*TV. nin sesini çok açarak komşuyu rahatsız etmek.
*Gece yarısı yüksek sesle balkonda konuşup konu komşuyu rahatsız etmek.
*Bozuk veya ayarı yüksek hoparlörden ezan okuyarak kulakları tırmalamak. Camilerde yine hoparlörleri gereğinden fazlar açarak  kamet getirmek, Kur'an okumak, hutbe okumak v.b. Bu durum da dinleyenleri rahatsız eder.





Rabbim hepimizi her konuda kur'an-ı Kerim'in uyarılarını dikkate alan ve haddini bilen kullarından eylesin.

TOPLUMSAL DUYARLILIK

   İki hafta kadar önceydi. Önümden giden genç, sigara paketini açtı. Sağ tarafında, bir metre yakınında çöp konteynırı olduğu halde kopardığı aliminyum kağıdı yere attı. Herhalde çok dalgın diye düşündüm.
İki gün sonra, önümden giden lüks ve pahalı bir otomobilin camı açıldı ve dışarıya kağıt mendil atıldı.
Bir kaç gün sonra, bir arabanın camından buruşturulmuş sigara kartonu atıldığını gördüm.
En son çevre yolunda, önümden giden bir minübüsten büyük bir poşetin (içi boş) yola atıldığını gördüm.
Bu olaylar beni düşünmeye ve bu yazıyı yazmaya sevk etti.
Elbette hemşehrilerimizin bir çoğu bu konuda duyarlı hamdolsun. Yoksa, her yer pislik içinde olurdu. Ama az da olsa bu konuda duyarlı olmayanlarımız var.
Tavşanlı’mızın merkez nüfusu elli binden fazla. Gün içerisinde dışarıdan gelenlerle birlikte bu rakam daha da fazlalaşıyor. Herkes elindeki küçük bir şeyi yola atsa günlük elli-altmış bin çöp yollara atılmış olur.
   Yıllar önce, Japon firmasıyla ortaklık kuran bir firmamıza işi öğretmek için geçici olarak Japonya’dan mühendisler gelir. Zaman içerisinde bizim mühendislerimizle aralarında samimiyet oluşur. Bizimkiler evlerine yemeğe davet ederler. Birkaç davetten sonra Japon mühendisler derler ki :
-Sizin evleriniz çok temiz. Ama sokaklarınız pek temiz değil. Evlerde bu kadar temiz olanlar sokakta niye temiz değil, sokakta temiz olmayanlar evlerde nasıl bu kadar temiz olabiliyor???
Velhasıl adamların mantığı bir türlü kavrayamamış bu durumu.
İçlerinden bir tanesi mizahi bir uslupla çözmüş durumu. Demiş ki:
-Herhalde evler sizin sokaklar Yunanistan’ın!
“Temizlik imandandır” ve “ Yoldan, taş- diken gibi (gelip geçenlere zarar veren) şeyleri yoldan kaldırmak sadakadır” diyen bir peygamberimiz olduğu halde,
“Şüphesiz Allah çok tevbe eden ve çok temizlenenleri (çok temiz olanları)sever” (bakara/222)
“Her türlü pislikten uzak dur” (Müddessir/5)diyen bir Kitabimiz olduğu halde, Temizlik konusundaki duyarsızlığımız bizlere yakışmıyor. Hele hele bu konuda gayri müslimler kadar duyarlı olamamak çok acı bir durum.
   Sokakları temiz tutmak hem kulluk görevimiz hem de vatandaşlık görevimizdir. Çöpümüzü yere değil de çöp kutusuna attığımızda ayrıca sevap da kazanmış oluruz.
Lütfen bu konuda daha duyarlı olalım, olmayanları tatlı uslupla uyarmaya çalışalım.
Sizlere, Fakültedeki İslam Tarihi hocamız, İ. Süreyya Sırma’nın anlattığı çok dramatik bir olayı nakledeyim.
   Osmanlının son dönemlerinde, Japon yöneticileri, İslamiyeti merak ederler.(Malum Japonların karakteri İslam ahlakına çok uygundur) .Osmanlı’ya bir heyet gönderirler. Bu heyet araştıracak uygun görürlerse Osmanlıdan hocalar talep edecekler İslamiyeti öğretmesi için. Kısa bir incelemeden sonra Osmanlı yönetiminden Japonya’da İslamı öğretecek hocalar talep edilir. Ulemadan bir grup seçilir ve gelen heyetle birlikte bir gemiyle Japonya’ya gönderilir. Yolda giderlerken bizimkilerden birisi burnunu temizler ve elinin bulaşığını geminin direğine siler. Bu durum Japon heyetinin dikkatini çeker. Kendi aralarında istişare ederler ve” Bizim böyle pis bir dine ihtiyacımız yok.” Diyerek gemiyi yarı yoldan geri çevirirler. Ne kadar acı bir olay değil mi?
Unutmayalım! başkaları bizi, sözümüzden daha çok davranışlarımızla değerlendirirler.

BU HAYAT SENIN AMA...?

   Tavşanlı'dan bir tanıdığım felç geçirmiş. Hemen hastaneye götürülüyor, müdahale ediliyor. Yapılması gerekenler yapılıyor.
 Neticede bedeninin yarısı kurtarılırken diğer kısmı felç kalıyor. Fakat bu felçli bölge güçsüz de olsa çalışıyor.
  Doktoru perhiz veriyor, sigarayı yasaklıyor. Yapması gereken egzersizleri vs. söylüyor ve kontrol için randevu veriyor.
 Hastamızın her kontrolünde, doktor hastalığın biraz daha arttığını fark ediyor. Perhize dikkat edip etmediğini soruyor. Ailesi ettiğini söylüyor. Kendisi de kafa sallıyor.
  Sonradan anlaşıldığına göre, meğer hastamız şöyle yaparmış; Evde (aileden çekindiği için)doktorun dediklerini harfiyen uygular, çarşıya çıktığında (Yavaş da olsa hareket edebiliyordu) lokantaya gider güzelce canının istediği yemekleri yer ardından da sigarasını içermiş.
  Bir kaç kontrolden sonra doktor, hastanın perhizine dikkat etmediğini ve bu konuda doğru söylemediğini tahmin ediyor ve diyor ki:
-Bakın  beyefendi!
 Bu beden senin. Bu hayat da senin. İstediğin gibi kullanabilirsin. Mutlu olacak da sensin, mutsuz olacak da. Benim tahminime göre perhizine dikkat etmiyorsun. Bu sebeple hastalığın iyileşmediği gibi, git gide kötüleşiyor.
  Fakat şunu aklından çıkarma. Dünyada alabileceğin hiç bir zevk, kimsenin yardımını almadan tuvalete gidip, temizlenip, giyinip odana dönebilmenden daha önemli değildir. Perhizine ister dikkat et ister etme. Ama dikkat etmezsen ileride tuvalete yardımsız gidemeyebilirsin.
  Hastamızın bu öğütlere uyup uymadığını bilmiyorum. Son senelerde evden dışarı çıkamıyordu ve vefat etti. Allah Teala rahmet eylesin.
  Doktorun hastasına verdiği öğütten acizane şöyle ders çıkardım. Bunu zaman zaman  öğrencilerime de anlatırım.:
  Dünyadaki hiç bir şey (makam-mevki, mal-mülk, zevk-safa, eğlence vs.) Ahirette kısa bir süre de olsa Cehennem'e girmeye değmez.
 Onun için hayatımızı nefsimizin isteğine göre değil de, nefsimize zor bile gelse Ahirette bize kazandırıp-kaybettirecek şeylere göre tanzim etmeliyiz.

RAPOR

   Avrupa ülkelerinden birinde işçi olarak çalışan bir vatandaşımızın ülkemizde bulunan ailesinden biri ağır hasta olmuş. Durum kendisine bildirilmiş. Hastanın ölme ihtimali yüksek olduğundan acele Türkiye’ye gelmeleri gerekmiş.

   Neyse… İşçimiz kendi işlerini halletmişler sıra gelmiş çocuğun okul meselesine.  Adamın aklına ülkemizdeki metot gelmiş doğal olarak. Gitmiş doktora ve derdini anlatmış. Çocuğuna rapor almak istediklerini söylemiş.
Doktor önce anlayamamış. Çocuğun hasta olup olmadığını anlamaya çalışmış. Bizimki çocuğun hasta olmadığını, memlekete gitmek zorunda olduklarını, bunun için rapor istediklerini anlatmaya çalışmış. Biraz da yabancı dili tam olmadığından doktor bir türlü mevzuyu kavrayamamış. Üzgün olduğunu raporla ilgili söylediklerini anlayamadığını kendisine bildirmiş.
   Bu olayı düşününce güzel ülkemizde bazı anormal durumların ne kadar normal kabul edildiğini anlamak insanın zoruna gidiyor.
Daha vahimi yıllar önce SSK doktorlarından birisine (İsmi Tavşanlılı olanlarca malum)  GLİ işçileri gidip parasını verip rapor alarak işe gitmediklerini (kendi özel işine gittiklerini) bir çok kişiden dinlemiştim.
  Sevgili Peygamberimiz bizi uyarmış ve mealen demiştir ki: “Rüşvet alan da veren de mel’undur (lanetlenmiştir)”

 

MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...