SEN ADAM OLAMAZSIN (Eğitim Yazıları)

   Bazı hastalıklar vardır genetik olarak nesilden nesile intikal ederler.

Toplumlarda da bazı ön kabuller vardır, nesilden nesile intikal ederler. Bunların birçoğu doğru olmakla birlikte bazıları yanlıştır ve sorgulanmadıkları, doğru kabul edildikleri için nesilden nesile genetik bir hastalık gibi intikal etmişlerdir.

Böyle yanlış ön kabullerden birisi de Hüseyin Avni Paşa'ya babasının söylediği rivayet olunan “Sen adam olamazsın." sözüdür.
Mevzuyu hatırlatalım. Hüseyin Avni Paşa'nın babası, oğluna “sen adam olamazsın “ dermiş. Oğlu bunu gurur meselesi yapmış, okumuş, sonunda paşa olmuş. Babasını makamına getirtmiş ve demiş ki:” Sen bana adam olamazsın diyordun bak ben paşa oldum”

Babası cevabı yapıştırmış “Ben sana paşa olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim. Adam olsaydın babanı ayağına getirtmez, kendin babanın yanına gelirdin.”
Buradan önemli bir şey anlıyoruz. Adam olmakla makam mevki sahibi olmak aynı şey değildir.
Oğulun babasına karşı yaptığı terbiyesizliği hepimiz anlayabiliyoruz. Lakin, babanın küçükken oğluna söylediklerini sorgulamıyoruz.
Hem çocuk eğitimi açısından, hem de İslami noktadan babanın çocuğuna olumsuz şeyler söylemesi doğru bir davranış değildir.

Pedegoglar kişiliği eleştirmek yerine davranışı eleştirmeyi tavsiye ederler. Kişiliği eleştirilen çocuk farklı tepkiler gösterir. Vurdumduymaz olabilir, agresif- saldırgan olabilir. Kendisini değersiz hissedebilir, tembel olabilir veya inatçı olabilir. Saygısız olabilir. Hatta eleştiren kişiden nefret edebilir.
Kişilik değil de, davranış eleştirildiğinde, o yanlış davranışın düzelme ihtimali her zaman mevcuttur.
Atalarımız ne güzel söylemişler:
“Doha vardır öküz durdurur; Doha vardır saban kırdırır."
Söylediğimiz söz ve söyleyiş tarzı kişiyi doğru yola da ulaştırabilir, İyice yoldan çıkmasına da sebep olabilir. Yukarıdaki örnekte, babası oğluna “sen adam olamazsın” diyerek kişiliğini eleştireceğine
“oğlum, şu davranış sana yakışmıyor.” Veya “şu davranışın doğru bir davranış değil.” Diyerek davranışını eleştirseydi yanlışın düzelme ihtimali vardı. Hele bir de önce iyi davranışlar söylenip sonra da olumsuz davranışlar eleştirilse daha da etkili hale gelebilirdi.
Ebeveynler çocuklarına moral vermeli , teşvik etmelidir. Sen adam olamazsın yerine,
Senden çok iyi adam olur.
Başaracağına inanıyorum.
Sana güveniyorum.
Gibi teşvik edici, motive edici sözler söylemelidirler. Sevgili Peygamberimiz : “…Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Buyurarak teşvik etmenin önemini belirtmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim'de (İsra/53) “Kullarıma söyle, en güzel şekilde konuşsunlar. Yoksa şeytan aralarını bozar…” Buyurularak söylediğimiz sözlerin hem içerik olarak hem de konuşma uslubu açısından en güzelinin seçilmesi emredilmiştir.

DERVİŞ VE SU (Tefekkür Hikayeleri)

DERVİŞ VE SU

Tefekkür etmenin de ibadetten sayıldığını öğrendiğinden beri,derviş sık sık tefekküre dalardı. Havanın ve kendisinin müsait olduğu durumlarda kırlara, bazen dağlara çıkar saatlerce yürür yürürken de ya zikir ya da tefekkür ederdi. Bazen de diliyle zikrederken zihniyle tefekkür ederdi.

Bu gezme esnasında bazen gözü bir objeye takılır ve uzun müddet bu obje üzerinde düşüncelere dalardı.

Havanın müsait olduğu bir gün sabah namazından hemen sonra yola koyuldu derviş. Günlük dersi olan zikir ve duaları yolda okudu.

Kuşluk vakti vardığı yer, etrafın rahatça görülebildiği, yeşillik, orta büyüklükte bir kaynak suyunun çıktığı yerdi. Epeyce susamış ve biraz terlemişti. Elini yüzünü yıkayıp kendine gelince yavaş yavaş abdest aldı. Abdest alırken ruhen ve bedenen arındığını hissetti. Sonra da besmeleyle su içti.

Kaynağın yanındaki ağacın gölgesine geçip gözünü suyun kaynağına çevirdi, kendisini rahatlatan bu hayat kaynağı üzerinde düşünmeye başladı.

Bu su buraya nereden geliyordu? Burası dağın oldukça yüksek bir yeriydi. Öğrendiğine göre yer altında depolanan sulardan geliyordu buraya. Fakat buradan kaynak fışkırması için daha yüksek bir yerden basınç yapması gerekiyordu ki bu, muhtemelen daha yüksek ve başka bir dağ olmalıydı. Etrafına bakındı bulunduğu yerden daha yüksek çok uzaklarda bir dağ gördü. Suyun o dağdan buraya hangi yollarla geldiğini hayal etmeye çalıştı. Mükemmel bir sistem olmalıydı. "Biz, gökten bir ölçüye göre su indirdik ve onu yeryüzünde tuttuk (yerleştirdik)..." (1) ayetini tefekkür etti.

Sonra akan suya baktı. Hayalinde miktarını ölçmeye çalıştı. Bir saat, iki saat, bir gün, bir hafta, bir ay… çok muazzam bir kütle ve hacim çıktı karşısına. Yaz günleri haftalarca yağmur yağmadığı halde akarsular akmaya devam ediyordu. Acaba bu kadar suyun depolandığı yerlerin büyüklüğü ne kadardı?

Bu sular yeraltı depolarına, yağmur ve kar sularından birikiyordu. Peki yağmur suyu nereden geliyordu?

Çoğunluğu okyanuslardan ve denizlerden buharlaşan sulardı. Bir kısmı da başka yerlerden buharlaşan sular. Su döngüsünü düşündü. Birden heyecanlandı. Gidip bir avuç su aldı. Acaba kaçıncı döngüsündeydi avucundaki su. Kaç kez buharlaşıp kaç kez yağmıştı yer yüzüne. Kaç bininci kez ziyaret etmişti yeryüzünün değişik yerlerini.

Aklına gelen yeni bir düşünceden dolayı içi ürperdi. Avucundaki suyun içindeki bir zerre gelmiş geçmiş peygamberlerden birisinin vücuduna dokunmuş olabilir miydi? En önemlisi Peygamberimizin vücuduna dokunmuş olabilir miydi? Onun abdest suyunun bir parçası olabilir miydi? Belki dedi içinden.

Sonra suya baktı salat u selam getirdi. Kokladı ve hürmetle bıraktı avucundaki suyu nehre.
Suyun yer yüzündeki kaderini düşündü.” Hep aynı değildir tahminen “dedi. Döngünün birisinde belki bir gülün çiçeğinde, başka bir döngüde bir evliyanın abdest suyu, başka bir döngüde bir sarhoşun şarabında bir damla vs. epeyce düşündü derviş.

Döngünün birisinde Afrika, başka bir döngüde Asya, diğerinde farklı bir kıta. Her defasında farklı bir mekan ve farklı şeyler olmalıydı kaderi.

Suyun hafızası geldi aklına. Sadece suyun değil her şeyin hafızası olduğuna inanırdı derviş. Bir su molekülünün hafızasını n kitaplaştırıldığını düşündü bir an. Ciltlere sığmazdı hafızasındaki bilgiler. Veya belgeseli çekilebilseydi şayet çok harika bir belgesel olurdu diye düşündü.

Mesela , Buharlaşma serüveni, buluta katılması, bulutta yaptığı yolculuk, yağmur olarak yağması ve yer yüzündeki maceraları.

Bir ağacın kökünden ağaca girişi, uzun bir yolculuktan sonra gövdeden dala, daldan meyveye geçişi, orada renk ,tat ve koku değişimi, bir insanın ağzına girişi vs. sonra tekrar buharlaşması...

Başka bir döngüde bir ota hayat veriş, otu bir koyunun yemesi, koyunun memesine süt olarak gidiş, bir annenin sütü içmesi, Oradan bebeğine gıda oluşu vs.

Başka bir döngüde tarlada çalışan bir işçinin hararetini kesişi, sonra hücrelere yolculuğu oradan ter olarak çıkışı. Başka bir döngüde bir canlının damarlarında kan oluşu ve oradaki maceraları.
Bunlar uzayıp gitti dervişin hayalinde.
Sonra kirlenen suların temizlenişini düşündü. Buharlaşmak bir temizlik hareketiydi. Buharlaşırken yeryüzünde kendisine bulaşan tüm kirleri ağırlıkları bırakıyordu.

Demek ki dedi derviş, kirlerini ve ağırlıklarını bırakmadan su bile yükselemiyormuş.
Her şeyin sudan yaratıldığını(2) bildiren ayeti düşündü.

“İçtiğiniz suya ne dersiniz. Onu siz mi indiriyorsunuz yoksa biz mi. Dileseydik onu tuzlu yapardık”. Şükretmeniz gerekmez mi(3) ayetini düşündü. Bir an okyanustan buharlaşan su zerrelerinin tuzuyla buharlaştığını ve tuzlu yağmur yağdığını düşündü. Yağmur un değdiği bütün bitkiler kuruyordu. Bitkinin olmadığı yerde de hayvanlar olamıyordu.

“De ki, suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım size kim akarsu getirebilir”(4) ayetini düşündü. Yeryüzündeki bütün akarsuların dindiğini hayal etti. Nehirlerin, barajların kuruduğunu, çeşmelerin dindiğini hayal etti. Önce insanlar ve evler kokmaya başladı, sonra şehirler koktu hayalinde. Sonra hastalıklar kuraklık, açlık peş peşe geldi olumsuzluklar.

“Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız”(5) ayeti geldi aklına. “Bildiğim ve bilmediğim bütün nimetlerin için sana şükrediyorum hamd ediyorum Allah’ım” dedi. Kafası biraz yorulmuştu fakat zihni berraklaşmış ruhen hafiflemişti. Öğle namazı geldi aklına. Kalktı ve kıbleye yöneldi.
(1) Müminün /18
(2) Enbiya /30
(3) Vakıa / 68-70
(4) Mülk /30
(5) Nahl / 18

KİM BU DERVİŞ?
http://www.aliuslu.net/2017/11/tefekkur-hikayeleri.html

YARIM ASRI DEVİRDİK

YARIM ASRI DEVİRDİK.

Yaşımız yarım asrı birkaç yıl geçti. Bizim kuşak hiçbir devirde olmadığı kadar olaylara şahit oldu.

Küçüklüğüm elektrik ve evlerde suyun olmadığı bir köyde geçti.

Öküz arabasını da kullandık traktör de.

İlkokulu köyde okuduk. Üniversiteyi Başkentte.

Evlerinde radyo olanların hayranlıkla bakıldığı devirleri de gördük. Çocukların cebinde akıllı telefonların olduğu dönemi de.

Doğu Almanya ve Batı Almanya arasındaki Berlin Duvarı'ndan atlamaya çalışan insanların öldürüldüğünü de gördük Berlin Duvarı'nın yıkılışını da.

Sovyetler Birliği dönemini de gördük Sovyetlerin dağılışını da.

Emperyalist ülkelerin güçsüz ülkeleri nasıl sömürdüğünü, sömürmek istedikleri ülkelere hangi bahanelerle girdiklerini gördük.

Amerika’nın, Irak’a demokrasi getireceğiz bahanesiyle girdiğini sonraki dönemde nasıl bir Irak oluştuğunu da gördük.

Batılı ülkelerin, " insan hakları" derken, sadece kendi insanlarını kastettiğini gördük.

Binlerce sivil Boşnak müslümanın sırp canilerince toplu halde öldürüldüğünü ve batı dünyasının buna seyirci kaldığını gördük.
Birleşmiş Milletlerin sadece belli ülkelerin menfaatini koruduğunu, Müslüman ülkelere karşı kör ve sağır olduğunu gördük.

Arap baharı diye çıkıp arapların diktatörlerden kurtulduğunu zannettiğimiz dönemden diktatörleri mumla arar duruma geldiklerini gördük.

Mısır’ın, Libya’nın ,Suriye’nin düşürüldüğü durumu gördük.

Ülkemizde seksen öncesi ,vatandaşlarımızın nasıl kutuplara ayrıldığını, hatta birbirinden nefret ettirildiğini , sağ-sol kavgasında nice gençlerin yitirildiğini en verimli çağlarının kavga gürültüyle veya hapislerde geçtiğini gördük.
Bir dönem insanımızın laik-dindar diye kutuplaştırıldığını, başörtülüyle derslere girmeye çalışan üniversite öğrencilerinin coplandığını da gördük, liseye başörtüyle girmelerini de.

Çorum ve Kahramanmaraş’ta alevi –sünni gerginliği çıkartılıp birçok insanın öldürüldüğünü, evlerinin kundaklandığını gördük.

Sivas’ta provakasyon yapılıp madımak otelinin yakıldığını 37 kişinin hayatını kaybettiğini, hemen arkasından Başbağlar köyünden 33 sünninin köy meydanına toplanıp öldürüldüğünü gördük.

PKK nın doğuda çıktığı yıllardan bu güne kadar neler yaptığını, bu terör örgütünün yaptıkları sebebiyle ülkemizin maddi-manevi kayıplarını gördük. Bu örgütün hangi ülkelerce desteklendiğini gördük.

Yetmişli yıllardan itibaren faaliyet gösteren, hizmet hareketi olarak toplum tarafından kabul gören Fethullah Gülen hareketinin FETÖ’ye dönüşümünü gördük.

İnsanımızın maddi ve manevi gayretlerinin din adına sömürüldüğünü hatta ülke düşmanlarına peşkeş çekildiğini gördük.

Muhtıralar, darbeler gördük. Altı milyon küsür oy almış, iktidardaki bir partinin sudan bahanelerle kapatıdığını gördük.
Türkiye'nin dostlarımızca(!) Türklere bırakılmayacak kadar önemsendiğini gördük.

1984 yılında Ankara’da göz muayenesi olabilmek için akşam saat beşte sıraya girip, hastane bahçesinde yatıp ertesi gün ikindiye yakın muayene olduğumuz zamanı da gördük, randevulu zamanları da

Tavşanlı’da ve Türkiye’nin bir çok yerinde önce doktorun özel muayenesine gidip paralı muayene olduktan sonra devlet hastanesine gidip aynı doktara ilaç yazdırıldığı, özele gidilmediğinde doğru dürüst muayene yapılmadığı zamanları da gördük. (Böyle yapmayan ehl-i insaf doktorlar da vardı, ama azınlıktaydı)

Otobüslerde sigara içilmesinden dolayı işkenceye dönen yolculukları gördük.

 Her grubun, siyasi partilerin ve çeşitli oluşumların içerisinde samimi insanlar olduğu gibi, menfaatçilerin olduğunu da gördük.
Daha çook şeyler gördük.
Artık aklım duygularımın önünde gidiyor. Olaylara siyah- beyaz diye bakmıyorum. Grinin tonlarına göre de değerlendiriyorum.

EN KÖTÜ YÖNETİMİN BİLE, KURALLARIN İŞLEMEDİĞİ (BAŞIBOZUK) BİR DÜZENDEN DAHA İYİ OLDUĞUNU ANLADIM. Çünkü: Yönetim zaafiyeti olan ülkelerde insanların can, mal ve namuslarının güvencede olmadığını gördüm.

Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmanın ne demek olduğunu görerek öğrendim.

İç savaş çıkmış ülkelerin güçlü ülkelerin oyuncağı olduğunu gördüm.

İç savaş olan ülkelerde hiçbir tarafın kazanmadığını. Ülkelerinin harabeye döndüğünü gördüm.

Yıkmanın kolay olduğunu, yapmanın zor,ve zaman aldığını öğrendim. Bunun için yerine daha iyisini getirme konusunda iyice emin olmadan her konuda mevcudun korunması gerektiğini anladım.

“Eğer şükrederseniz (nimetlerimi) artırırım” ayet-i kerimesini, toplum düzeniyle alakalı da düşünüyor ve daha iyi anladığımı düşünüyorum.

CİNAYETTEN ETKİLENEN AĞAÇ (İbretlik olaylar)

   Yıllar önce dinlediğimde, bana çok ilginç gelen bir olayı sizlerle paylaşmak istedim.
  Güvenlik kamaralarının yaygın olmadığı zamanlarda Amerika’daki parkların birinde bir cinayet işlenir. Tanık yoktur. Parka devamlı takılan yedi gençten şüphelenilir, fakat hepsi inkar ederler.
Ağaçların iletişimi üzerinde çalışan bir bilim adamından yardım istenir.
Bu bilim adamı, ağaçların titreşimini ölçen bir cihaz geliştirmiştir.  Cinayetin işlendiği yerin en yakınındaki ağaca cihazı yerleştirir.
Cihaz normal rakamlar arasında çalışır. Sonra zanlılardan o ağacın yakınından geçmeleri istenir. Zanlılar geçtikçe titreşimler farklılaşır. Fakat bir tanesinde titreşim çok farklı hale gelir. Aynı deneyi defalarca tekrarlarlar. Zanlının bir tanesinin her geçişinde titreşim anormalleşir.
Bilim adamı, cinayetin o genç tarafından işlendiğini tahmin ettiğini söyler, ve o genç üzerinde yoğunlaşılır.
Sonunda o genç, cinayeti kendisinin işlediğini itiraf eder.
Demek ki ağaç cinayetten etkilenmiş ve onu işleyeni hafızasına kaydetmiştir.
 Bu olayı dinlediğimde Zilzal suresindeki ayetleri daha iyi kavradım.
"O gün yer, bütün haberlerini rabbinin ona vahyettiği şekilde anlatır.
 (Zilzâl : 4-5)
Unutmayalım ki, yaptıklarımıza Rabbimiz şahittir, bazı melekler de şahittir.
Ayrıca üzerinde yaşadığımız yer ve bizi gören nesneler de şahittir.

ALTIN VE MÜ'MİN

ALTIN VE MÜ'MİN

 Hiç sahte altın gördünüz mü?
 Görmediyseniz de ne olduğunu biliyorsunuzdur.
Aslında altın olmadığı altın süsü verilmiş görünüşüyle rengiyle tıpkı altına benzeyen başka bir ucuz madendir.
 Bir de altının ayarları vardır. mesela 24 ayar,22 ayar,18 ayar,14 ayar,8 ayar altın vardır. Bunlar da altının içindeki karışımı bildirirler. Altın işiyle uğraşanlar mihenk taşı denilen aygıtla altının ayarını bilebilirler.
Mesela 24 ayar saf altındır. 22 ayarın içinde biraz bakır karışımı vardır.  18 ayarın karışımı daha fazla, 8 ayarda ise karışım oldukça fazladır.
Altının ayarı düştükçe fiyatı da düşer  tabii ki . Çünkü içindeki ucuz madenler fazlalaşmış, altın madeni azalmıştır.
Peki, ayarı düşük altına sahte altın diyebilir miyiz?
Diyemeyiz ama hakiki altın (saf altın) da diyemeyiz.
Ne diyebiliriz?
-Değeri düşük altın diyebiliriz.
Teşbihte hata olmazsa müminleri de altına benzetebiliriz. Kur'an-ı Kerimi ve Peygamberimizin sünnetini de mihenk taşına benzetebiliriz. Bir müminde bulunması gereken  davranışları altın elementine, bulunmaması gereken davranışları da maddi açıdan değersiz  madenlere benzetelim. Bir kimse müslümanım dediği halde (görünüş, kılık-kıyafet olarak iyi bir müslümana benzese bile) müminde bulunması gereken inanç ve davranışlar yoksa bu kişi sahte altına benzer.
Bir Müslümanın tüm davranışları Kur'ana uygunsa, Peygamberimizin öğretilerine uygunsa o kişi Allah Teala katında çok değerlidir. Böyle kişiler “müttaki” müminlerdendir. Bunlar Rabbimizin has kullarındandır. Allah Teala’nın sevdiği kullardandır. Bunları saf (24 ayar)altına benzetebiliriz.
 
Fakat bir müminin davranışlarının bir kısmı dinimize uygun bir kısmı değilse; o da içine bakır karıştırılarak ayarı düşürülmüş altın gibidir. Bu kişiye mümin değildir diyemeyiz fakat bazı davranışları müslümanca değildir. Bunlar günahkar müminlerdendir. Bunların Allah katındaki değeri birinci gruptakiler kadar değildir.
    Üçüncü grupta ise mümin olduğunu iddia etmelerine rağmen inanç ve davranışları İslam’a uymayan kişiler vardır. Bunlar görüntü olarak altına benzediği halde içerik olarak altın elementiyle alakası olmayan madenler gibidir. Bu tür sahte altınların insanlar nezdinde değeri olmadığı gibi; bu tür kişilerin de Allah katında değeri yoktur. Bunlar görüntü olarak müslümana  benzedikleri, dilleriyle de iman iddiasında bulundukları halde içerik olarak İslam’la alakası olmayan, insanları kandırmak isteyen sahtekarlardır. Bunlara dinimizin literatüründe münafık denir.
Sevgili Peygamberimiz münafıklar ile ilgili şöyle buyurmuşlardır:
"Münafığın belirtisi üçtür.
Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hainlik eder."
Başka bir hadislerinde ise:
"Dört huy vardır ki, bu dört huyun tamamı kimde bulunursa o kimse katkısız münafıktır. Bunlardan biri veya bir kaçı bulunursa o kişide bunları bırakıncaya kadar münafıklık belirtisi vardır. Bunlar:
Konuşunca yalan söyler.
Söz verince sözünden cayar.
Emanet edilince hainlik eder. (Birileriyle arasında husumet meydana geldiğinde) Hasım olduğu kişiye karşı facirlik eder (haktan ayrılır)"

 

 

 



DERVİŞ VE SELAM ( ll ) (Tefekkür Hikayeleri)

Derviş, mesafe olarak epey uzakta olan dostunu görmek için ertesi günü yola çıkmaya karar verdi.

Teheccüd vaktinde kalkıp, yavaş yavaş abdest aldı ve huşu içerisinde namazını kıldı. Sonra Ümmet-i Muhammed'in selameti için dualar etti. Duasının sonuna doğru “Allah’ım bana eşyanın hakikatini öğret” diye de dua etti. Yatağına girip huzur içerisinde uyudu.

Sabah namazına kalktığında içinde tarifi zor bir huzur-mutluluk hissetti. Namazını kılıp, evde bulunan yiyeceklerden biraz yeyip yola revan oldu.

“Sıcaklar bastırmadan epey yol almalıyım.” diye düşündü. Yürüdü, yürüdü... Yürürken etrafı seyrediyor, bazen zikrediyor, bazen de ilahiler mırıldanıyordu.

Etrafını seyrederken “Canlı-cansız her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini “ bildiren Saff suresi 1. Ayeti hatırladı. Ayet üzerinde tefekküre daldı.

Sonra,“sübhanallah” dedi bütün samimiyetiyle. O anda tesbih eden varlıkların arasına kendisinin de katıldığını, kürrede zerre olduğunu hissetti.

O gün gördüğü ağaçlar taşlar ve bitkiler farklı gözüküyordu gözüne.

İçinden selam vermek geldi çevresindeki varlıklara.

selam verdi gördüğü her ağaca... Taşlara selam verdi. Ot cinsinden küçük bitkilere toptan selam verdi. Toprağa selam vermeyi unutmuştu. Biraz mahcubiyet içerisinde ona da selam verdi. Selam verdikçe gönlü hem ferahlıyor hem de genişliyordu.

Yorulduğunu fark etti. Bir ağacın gölgesine oturmadan önce ağaca selam verdi. Oturdu ve ağaca teşekkür etti. Gözü, bir şeyler taşımaya çalışan karıncaya ilişti. Karıncaları düşündü.

“Yeryüzünde yaşayan her tür canlı ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer ümmettirler. (Ena’m/ 6)” ayetini hatırladı. Yüksek sesle adeta bağırırcasına selam verdi tüm karıncalara ve yeraltında yaşayan canlılara. Aniden sesini kesti. Sesinin başka insanlarca duyulup yanlış yorumlanmasından endişe duydu. Sonra düşüncesinin yersiz olduğuna karar verdi.

Ağaca gelip konan kuşu fark etti . Ona da selam verdi, sonra yine bağırarak tüm kuşlara selam verdi.

Gözü bir taşa ilişti. Taşı şefkatle eline aldı. “sen kaç yıldır buradasın? Burada bulunuş amacın nedir?” diye sordu. ”Kainattaki hiçbir şeyin boşa yaratılmadığını” bildiren ayeti hatırladı. Taşın içindeki trilyonlarca atomu düşündü. Her bir atomun elektronlarının hareketini, tesbihatını düşündü. Selam verdi taşdaki tüm atomlara. Sonra bir canlıyı bırakıyormuş gibi usulca bıraktı aldığı yere.

Fatiha suresinde her zaman okuduğu “Hamd, Alemlerin rabbi Allah’a mahsustur” ayetindeki “alemler” kelimesini daha iyi anlamaya başladığını hissetti.

Kalktı ve yola revan oldu. Önce yola selam verdi. Sonra gördüğü büyük cisimlere tek tek, küçük cisimlere toptan selam vererek devam etti.

Hafif bir rüzgar esti ona da selam verdi. Göğe baktı bulutu gördü ona selam verdi. Uzaktaki dağa selam verdi bağırarak. Ses yankılanıp geri geldi. Yankılanmayı selamına verilmiş cevap gibi hissetti.

Akşama yakın bir su kenarında mola verdi. Suya selam verdi. Suyun gittiği yerleri düşündü. “Gittiğiniz yerlere de selam götürün” dedi.

Akşam namazından sonra gözlerinin gayrı ihtiyari kapandığını fark etti. Biraz vücudunu, biraz da gözlerini dinlendirmek için uzandı. Yatar yatmaz kendinden geçti. Kısa bir uykudan sonra uyandı.

Uyandığında, dili “Allahümme ente’s-selamu ve minke’s-selam” (Allahım sen Selamsın ve selam sendendir.) cümlesini tekrar ediyordu.

Aceleyle kalktı. "İnşaallah yatsıya kalmadan hedefe ulaşırım. " diyerek yoluna devam etti.

http://aliusluyazi.blogspot.com/2017/11/tefekkur-hikayeleri.html


HİZMET İÇİN CENNET'İ FEDA ETMEK !

"HİZMET YOLUNDA CENNETİM FEDA OLSUN, CEHENNEME GÜLER GEÇERİM" (Enes KANTER)
Yukarıdaki söz F.Gülenin müritlerinden meşhur basketçiye ait.
Bu söz basit bir söz değil."CENNETİ FEDA" ederek hizmet etmek! nasıl olabilir?
Bu sözün alt yapısını anlamaya çalışalım:
F.Gülen bir çok konuşmasında bu mevzuyu işliyor. Fedakarlık vurgusu yaparken şu mealde şeyler söylüyor
"DAVASI UĞRUNDA DEĞİL DÜNYASINDAN, AHİRETİNDEN BİLE FEDAKARLIK YAPABİLECEK GENÇLER..."
Yıllarca fedakarlık mevzuunda bu sözlerle motive edildiler. Şimdi bu mevzuyu biraz irdeleyelim.
A-İslami yönden:
1- Her müttaki müminin amacı Allah'ımızın rızasını kazanmak, Ahirette Cehennemden uzak durmak ve Cennet nimetlerine kavuşmaktır. Bunu bize Kuran-ı Kerim teşvik eder, Peygamber efendimizin dualarında da bunu görürüz. Hiç bir mümin Cehennemi hafife alamaz.(Bknz: Furkan suresi/65-66) Bu itikadi yönden kişiyi sıkıntıya sokar.
2-Bu sözlerden, "amaç" ile "araç"ın yer değiştirdiği anlaşılıyor. Yanlış metotlarla doğru yola ulaşılmaz. Hangi müminin davası Ahireti kaybettirecek kadar önemli olabilir ki? Veya bir mümin için Ahireti kaybettirecek dava, dava olabilir mi?
3-Bu sözlere inanan ve kendisini dava! ya adayan kişilerin DHKPC militanından farkı kalmamış demektir. Aklını kiraya vermiştir, Verilen emrin Kurana uygun olup olmadığını sorgulayamaz. Çünkü önemli olan davasıdır.
4-"Davası"na hizmet için gerekirse Allah'ın emirlerini terk edebilir ve büyük günahları işleyebilirler. Yani, davası için yalan söyleyebilir, kumpas kurabilir, İçki içebilirler. Birilerinin hakkını gasp edebilir, tesettürden uzaklaşabilir, zina yapabilirler. İnsan öldürebilir. darbe yapabilirler. YALNIZ BUNLARI KENDİ NEFSİ İÇİN DEĞİL DAVASI İÇİN YAPABİLİR.
B-Psikolojik yönden:
1-Bu sözleri benimseyen kişilerin iki kimliği vardır
a- Bireysel kimliği: Bu kişiler ikili ilişkilerinde çok iyi bireyler olabilirler. İbadetlerine dikkatli Kurana göre yaşayan ahlaklı, kul hakkını gözeten birer kişi olabilirler. Genelde bizler de bu kişileri bu kimlikleriyle tanırız
b- Cemaat (örgüt) kimliği: Davası uğruna her türlü pisliği yapabilecek ikinci kimlik. Çünkü böyle yetiştirilmişler. Bu kişiler davasına hizmet için aldığı emri sorgulamadan yapabilir ve YAPACAĞI İSLAMA AYKIRI ŞEYLERİ (AHİRETTEN) FEDAKARLIK YAPMAK OLARAK GÖREBİLİRLER.
c- Bu kişiler birinci kimliğiyle normal bir mümin, ikinci kimliğiyle ise tam bir akıllı robot konumundadırlar.
d- İki kimlik arasında gidip gelen kişiler devamlı maske takmak zorunda olduklarından (Çift kimliği aynı zamanda taşımak) kişide nasıl bir yapı ortaya çıkarır psikologların incelemesi gereken önemli bir konudur.

F.GÜLEN VE PEYGAMBER EFENDİMİZİ İSTİSMARI

     F.GÜLEN VE PEYGAMBER EFENDİMİZİ İSTİSMAR

     1990 lı yılların başları. Tavşanlı’da Üniversiteye hazırlık için henüz dershane yok. Atatürk Lisesinden mezun İki öğrencim (Okan ve Arif) Ankara Maltepe  dershanesine yatılı olarak gidiyorlar. Mübarek gecelerden birisinde bir hocaları geliyor sohbete. Sohbetin bir yerinde diyor ki:
 -Gençler! Biliyor musunuz, her gece peygamberimiz gelip sizin üzerinizi örtüyor.
Tabii olarak bir ağlaşma sesi duyuluyor. Herkes ağlıyor heyecan doruklarda. Bizim iki öğrenci ağlamıyor. Sohbetin sonunda bir öğrencimiz soruyor.
-Hocam Peygamberimiz sadece bu yurda mı geliyor. Başka cemaatlerin yurtlarına da gidiyor mu?
Hoca, yarım ağızla, "oralara da gidiyordur herhalde" gibi sözler söylüyor.
Öğrencilerim Tavşanlı’ya geldiklerinde bana bunu sordular. Bu  anlatılanlar doğru olabilir mi diye.
O günlerde Bosna’da, Sırplar, Boşnak Müslümanlarını gruplar halinde katlediyorlar. Toplama kamplarında işkenceler yapıyorlar ve tecavüz ediyorlar. Bebekleri annelerinden alıp gözlerinin  önünde katlediyorlar.
Onlara dedim ki:
"Gençler! Bu anlattıklarınızı Boşnak Müslümanlar duysalar ve buna inansalar, Peygamberimize darılırlar. Derler ki:
Ya Rasulallah! siz Türkiye’de falancaların kaloriferli yurtlarındaki öğrencilerin battaniyelerini örtüyormuşsunuz. Örtmeseniz ne olur? Hiç bir şey olmaz. Madem battaniyeyi örtme durumunuz varsa, bizim üzerimize bomba atanların bombasını niçin üzerlerine düşürmüyorsunuz?
Niçin kadınlarımızın kızlarımızın namusunu kirletenlere engel olmuyorsunuz? Bizim namusumuzun Türkiye'deki öğrencinin üşümesi kadar önemi yok mu?
 Siz ayrımcılık yapıyorsunuz “demezler mi ?
Tabii öğrencilerim hemen anlatılan şeydeki çelişkiyi kavradılar.
   Daha sonraki yıllarda buna benzer şeyleri öğrencilerime anlatıp onları bilinçlendirmeye çalışırken biraz safça olan bir öğrencim. Hocam biz de ona benzer bir olay yaşadık dedi. Anlat bakalım yaşadıklarını deyince
Dedi ki:
"Biz abilerle kampa gitmiştik ocağın üstünde patates vardı. Bir yere gitmiştik dönüp geldiğimizde ocak sönmüş. Başımızdaki hocamız dedi ki: Çocuklar Peygamberimiz gelip ocağı söndürmüş.”
İnandınız mı dedim. "Hepimiz inandık dedi." Peki dedim çoraplarınızı falan da yıkıyor muydu?
Yani o dönemlerde yurtlarda öğrencilere hizmet eden Onlarla beraber olan bir peygamber anlayışını  çocuklara veriyorlardı.
   Sonraki zamanlarda  bir kız yurdunda  yemek masasına iki adet boş sandalye (kimse ona oturmuyor) tabak, yanlarına çatal bıçak konulduğunu, birisine Peygamberimizin geleceğini diğerine de malum şahsın geleceğini söylediklerini , İmran isimli bir öğrencimizden öğrendik. Başka yurtlarında da var mıydı bilmiyorum.
   Daha ilginci
Bursa’da Üniversitede okuyan bir öğrencim, ev temsilcilerinin bulunduğu bir toplantıda ev temsilcilerine: Öğrencileri iyi eğitmek için peygamberimizin orada bulunduğuyla ilgili şeyler söyleyebileceklerini duyduğunda bir ev temsilcisinin oradan ayrıldığını ve kendisine bunu anlattığını bana aktardı.
 Yakın zamanlarda da (bir kaç yıl evvel) Tavşanlı’da o yurtlarda kalmak zorunda kalan kız öğrencilerimin bazıları, yurttaki ablaların, “ buraya peygamberimiz gelecek “diye kendilerini çağırdığını fakat onların buna inanmadıkları için seansa iştirak etmediklerini bana anlattılar.
 Buraya kadar sahtekarlıklarına peygamberimizi hiç utanmadan nasıl alet edebildiklerini anlattım.
  BUNLARI YAPAN DAHA NELER YAPAR?
 Peygamberimizle görüştüm diyebilir.
 Rüyamda gördüm şöyle dedi diyebilir.
PEKİ BUNA İNANANLAR NE YAPAR?
1-Bu yapıya iyice bağlanırlar.
2-Kendilerinin en doğru yolda olduklarına inanırlar.
3-Hocaları peygamberimizden emir aldığına göre ona itaatsizliği Peygamberimize itaatsizlik olarak görürler.
4-Hocaları Kur’an'a aykırı şeyler söylese bile “vardır bir hikmeti” derler ve itaat ederler.

DERVİŞİN NAMAZDAKİ SELAMI (Tefekkür Hikayeleri)

   Yaya olarak çıktığı yolculuk, sıcağın da etkisiyle epeyce bunaltmıştı dervişi. Yol kenarındaki çeşmeye yakın söğüt ağacını büyük bir lütuf olarak gördü. Elini yüzünü yıkadı su içip biraz istirahat etti. Kendine gelince acıktığını hissetti. Çıkınından çıkardığı peksimetten ıslatıp biraz kuru üzüm ile yedi.
   Öğle vakti gireli epeyce olmuştu. Güzelce abdest aldı. Abdest alırken bedeniyle birlikte ruhunun da arındığını hissetti. Çıplak ayaklarıyla çimenlerin üstünde kıbleye yöneldi ve huşu içerisinde namazını kıldı. Namazın sonunda sağına ve soluna selam verdi “Esselamu aleyküm ve rahmetullah” cümlesinin manasını düşündü bir an: “Allah’ın rahmeti, barış, huzur, mutluluk sizin üzerinize olsun” dediğini hissetti.
Ürperdi o an. Sağında kimler vardı? Kimlere selam veriyor, selam verirken kimler için dua ediyordu acaba!
Önce sağındaki melekler geldi aklına. Sonra sağındaki mü'minler...
Başını sağa çevirmiş halde uzaklara, çok uzaklara baktı. Deruni şeyler  hissediyordu.
   Dünya küçülmüştü adeta. Sağ tarafına selam verdiğinde Dünyanın sağ yarısındaki, sol yanına selam verdiğinde, sol yarısındaki bütün melekler ve müminler için dua ettiğini, onlara selam verdiğini film izler gibi izledi hayalinde. Verdiği selam ve dualar ışık hızıyla ilerleyerek sağdan ve soldan devam ediyorlardı. Hızla giden bu dualar tüm müminlere dokunarak dünyanın öbür yarısında birleştiler. Hiç bir mümin kalmamıştı selamın dokunmadığı.
   Dervişin gönlü çok büyümüştü. O kadar büyümüştü ki dünya onun gönlü yanında küçücük kaldı.

KİM BUDERVİŞ?
http://aliusluyazi.blogspot.com/2017/11/tefekkur-hikayeleri.html


 

PEYGAMBER EFENDİMİZE VE MÜMİNLERE ÖĞRETİLEN BİR DUA

    İsra suresi 80. ayet-i kerimesini uzun zamandan beri her okuyuşumda dikkatimi çeker. Çünkü hem dua öğretir, hem de bize istikamet üzere olmamızın yollarını öğretir. Bu sebepledir ki sohbetlerimde bu ayet ile ilgili hatırlatmaları zaman zaman yapmışımdır.
Ayetin meali şöyle:
“Ve de ki: Rabbim gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; Çıktığım yerden de dürüstlükle çıkmamı nasip eyle. Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.”
Ayette Peygamber efendimize bu dua emrediliyor. Peygamberimizin yolundan gitmek isteyen müminlere de güzel bir dua öğretilip tavsiye ediliyor.
Ayet-i Kerimeye kendi cephemizden baktığımızda:
“Gireceğim yer” sözünden neler anlayabiliriz?
Başlayacağımız herhangi bir iş, başlayacağımız okul, Herhangi bir makam- mevkiye atanmak ilk aklımıza gelenler.
Buralara “doğrulukla, dürüstlükle girmek” nedir?
Hak ederek girmektir. Başkalarının hakkını gasp etmeden kendi hakkınla girmektir diye düşünüyorum.
Peki doğrulukla girmemek ne oluyor?
Layık olmadığın bir yere torpil yaptırarak girmek.
Hakkın olmayan yere gayr-i meşru yollarla girmek.
Mesela soruları çalarak, rüşvet vererek, tehdit ederek girmek gibi.
Ayette verilen temel mesaj başlarken dürüst başlamak.
İkinci mesaj ise dürüstçe bitirmek- ayrılmak, çıkmak.
Her başlangıcın bir sonu vardır. Bu her iş (makam-mevki) için de böyledir. Bitişler kendi isteğinle veya başka bir sebeple olabilir. Emeklilik olabilir, tayin olabilir, kendi isteğinle ayrılabilirsin. İşine son verilebilir veya ölüm olabilir.
Bir işi doğrulukla bitirebilmek için o işin veya (makam- mevkiin) hakkını vermek, o işi layıkıyla yapmak gerekir.
Bir çoklarımız biliriz ki, güzel başlanılan nice işler, makamlar mevkiler, zaman içerisinde güzergah değiştirmiş, iş başındaki kişiler eski dostları tarafından tanınmayacak hale gelmişlerdir.
Yine toplumda müşahede ettiğimiz şeylerden birisi de, Önemli mevkilere gelmiş kişilerden bazıları, aşağılanmış olarak bulunduğu mevkilerden çıkarılmışlardır. (Rüşvet, İhmal, görevi kötüye kullanma, sapıklık vb. sebeplerle)
Buraya kadar kamu işleriyle alakalı olanı belirttik. Özel işlerimiz için de bu böyledir. İşyerimizi meşru yöntemlerle (harama bulaşmadan) açmak, işlerimizi hilesiz- hud’asız (hud’a: göz boyamak demektir) devam ettirmek çok önemlidir.
Ayette sadece iş ve mekan-yer kastedilmez onun için bazı mealler “Rabbim beni doğruluk girişi ile girdir…” diye tercüme etmişlerdir. Bu durumda Başlanılan her durum ayetin kapsamına girebilir. Mesela, nişanlılık süreci, evlilik süreci ve ikili ilişkilerdeki süreç gibi.
Son olarak, dürüst başlamak, dürüst devam etmek ve dürüst ayrılmak için Rabbimizden çok güçlü yardımcı talep ediyoruz.
Bu, yanlışlarımızda bizi ikaz eden ve iyiye yönlendiren dost ve çevre olabilir, melekler olabilir veya ikisi de olabilir veya bizim bilmediğimiz şeyler de olabilir.
Ama çıkardığımız önemli mesaj şudur :
1-işlerine doğrulukla devam etmek isteyenler en azından ilk çevrelerini dürüst ve ehil kimselerden seçmelidirler.
2-Bu konuda Rabbimizin desteğini kısa aralıklarla talep etmeli, samimi şekilde Ondan yardım dilemeliyiz.
Not: Bu duayı ezberleyip her zaman okuyalım.  Orijinal haliyle Kur'an'dan ezberlersek çok daha güzel olur.

KALP NEDİR?

 KALP NEDİR

Arapça olan “kalp” kelimesinin sözlük anlamı “ değişken” demekmiş. “inkılap” kelimesi de aynı kökten türemiş olup, bir toplumdaki köklü değişiklikler için kullanılır.
Kalp değişken olunca bu gün sevdiğini, yarın sevmeyebilir. Başka bir gün nefret bile edebilir. Veya ; Bu gün sevmediğini yarın sevebilir.
Bir kişi size çok sevdiğini söylerken de, sizden nefret ettiğini söylerken de doğru söylüyor olabilir. Kalp değişmiş olabilir.
Dini konularda da böyledir. Kırk yıllık dindar kişi ibadetleri terk edebilir, hatta dinsiz olabilir. Veya ömrünün büyük bir kısmını gafletle geçirmiş bir kişi gece-gündüz ibadetle meşgul hale gelebilir.

 Kalpler Allah’ın elindedir.
  Kalpler Allah’ın elindedir lakin Allah Teala her şeyi bir hikmete göre yapar. Yani bizim kalplerimizi de bir hikmete binaen değiştirir. Mesela, Saff suresi 5. Ayette “…Onlar (yoldan) sapınca Allah da kalplerini saptırdı…” buyurarak kalpleri olumsuza çevirmenin hikmetini bize bildirir. Yani kişi kendi isteğiyle batıla, günaha meylediyor Cenab-ı Hakk da kalbini çeviriyor. Yaptığını güzel görmeye başlıyor.

Enfal/ 24 ise Rabbimiz kalplerimizin olumsuz yönde çevrilmesinin sebebini, hikmetini Allah Teala’nın ve Rasulünün çağrılarına icabet etmemek olarak belirtir.

Peygamber efendimiz şöyle dua edermiş:

“Ey kalpleri ve bakış(tarzlarını) değiştiren Allah’ım!
Kalbimi senin dinin üzerine ve sana itaat üzere sabit kıl. Göz açıp kapayıncaya hatta ondan daha az zamanda bile beni nefsimin eline bırakma.” 

 

                                                                                                                    Ali USLU

 

 

 

MANŞET!

BIÇAĞI KARNINA Bİ SAPLARSAM...

Karşılaştığım ibretlik olayları pek unutmam. Kendimce ders çıkarmaya çalışırım. Bu gün, yaşadığım ibretlik (veya öyle algıladığım) bir olayı...